Ağzını kapatınca karanlığa bürünen bir kutunun içini anımsatıyor olabiliriz zaman zaman. Dolu ya da boş olması o sırada fark etmiyor belki de. Karanlığa odaklanmanı istiyorum, dostum. Neden hiç aydınlanmadığına dair birkaç fikrim olabilir. Ama hiçbir fikrim beni ikna edemiyor.
Savaştıkça kutunun boş olmasından ve aydınlığın bunu yüzüme vurmasından korkarak cesaretimi kaybediyorum. Böylece kutu küçülüyor, karanlık derinleşiyor. Onu derinlere taşırken görünmez olacağımı umuyorum. Bu, beni tutan tek umut. Ve görünmez olmayı başarıyorum, Oliver.
Kötü birine dönüştüğümü düşünmüyorsun, değil mi? Kalabalıklar için karanlık genellikle "kötüyü" doğurur. Ama ben, derisi soyulurken renginin sarardığını söyleyerek dalga geçen "iyiye" karşılık, "Güneş de gurub ederken sararır" diyen o şairi tanıyorum. Aramızda yüzyıllar var. Ama kaybolan yıllara yenik düşmeyen tek şey, paylaştığımız ve insanı görünmez kılan o ortak karanlık. Evrenin genişlediğini iddia ettiklerini duyduğum günden beri, kutuyu küçülttüğümü sansam da, onun da evren gibi çaktırmadan büyüyüp büyümediğini merak ediyorum. Yine de, hâlâ görünmez olduğumdan eminim.
Yavru bir fili küçük bir ağaca bağlarsan, büyüdüğünde de o ipi koparamaz derler. Kendimi işte böyle, toz kadar küçük hâle getirmişim. Ama karanlık büyüyor mu acaba? Senin özgüvenin bu sorulara cevap vermek için tasarlanmamış, biliyorum. Sadece beni dinlemeni istiyorum…
Sanırsın renklerden haberim yok. Var elbette. Bahçe için sebze tohumları sipariş etmiştik. Gönderdikleri tohumların yanında birkaç adet çiçek tohumu da hediye etmişlerdi. Pakete hiç dikkat etmeden tohumları ektik. Çiçek büyüyene kadar adını merak ettim. Tanıdığım hiçbir bitkiye benzemiyordu. Büyüdükçe büyüdü. Nihayet, resmini Google ile paylaşıp adını öğrendim: Tilki kuyruğu.
Mor çiçekleri upuzun. Başını öne eğmiş gibi görünür, ama aslında dalları çiçeğin ağırlığıyla aşağı sarkıyor. Salkımları çok büyük. İsmini uzun süre aklımda tutamadım. Ona "mor söğüt" deyip durdum. Herkes alıştı. Şimdi ev halkı bile o çiçekten bahsederken "mor söğüt" diyor.
-Kalk, gidiyoruz.
-Nereye?
-Seni bu manzaranın ortasında bıraktığımda bir süre sonra sıkılacağını öngörmüştüm. Sana da söylemiştim. Hiç itiraz etmemiştin. Nereye diye sorman beni biraz afallattı, dostum.
-Sen buraya anlatmak için gelirsin hep. Beni şaşırtan sensin.
-Zamana yolculuk yapacağız. Seni zihnimi renklendiren ve şuan bulunduğun bu güzel manzaranın aslına götüreceğim. Gelir misin?
-Gidelim.
Çocukken bu şehrin melankolisinin içinden bilinçsizce geçerdim. Canımı sıkan şeyin evdeki sorunlar olduğunu zanneder, asla kendime "nasılım?" diye sormazdım. Şimdi seninle indiğimiz bu bahçedeki ağaçlar ve çiçekler, zihnimi canlı tutan renkleri saklıyordu. Şehir melankolisinden kurtulmuş gibiydi. Ama şuraya bak… Gri canavar bahçeyi esir almış. Biz büyüyüp buradan ayrılınca, ifade edemediğimiz can sıkıntısını bu bahçeye bırakıp gitmişiz. Melankoli kemiklerini sızlattı mı içeri girdiğinde??
Retorik soruydu, seni biliyorum…
-Buradan gidelim. Denizde dalgalara yenildiğin âna götür beni.
-Orada olduğunu biliyordum. Ama hatırladığını … Hâlâ hatırladığını ve bu süre zarfında ilk defa bana bir şeyleri hatırlattığını duydum şu an. Bunu kutlamam lazım.
-Ne yapacaksın?
-Bir gün bana hatırlatacağın bir şey daha…
Bu kahkahaya ne kadar ihtiyacım varmış, dostum!
Bu içtenlik… bambaşka bir şey.
Gurbetteyken hiç beklemediğin anda sevdiğin bir hemşerini görüp sarılmak istersin ya hani! Büyüdüğün yerleri bir insanın bedeninde, kollarında hissetmek gibi… İşte o yakınlık. Azerbaycan’da buna ‘doğma’lık derler. ‘Native’… Bu kahkaha tam olarak o doğmalıktır. Tanıdığın ama yıllardır hasretinde olduğun — hatta hasretinde olduğunu bile unuttuğun bir iç döküş.
-Kutu ışık sızdırmaya başladı desene…
Bunu yapmaması gerekiyordu. Ne ben parantezlerin açılmasını severim, ne de beni dinleyen birinin parantez ihtiyacı duymasını kaldırabilirim. Oliver onlardan farklı. Sanırım onu bize ait dünyanın bir parçası olarak tutmaktan vazgeçmeliyim. Ama onu bırakmak istemiyorum. Oliver bizim gibi değildi ki… Ne oldu ona? Anlattıklarım canını sıkmış olabilir mi? Öğrenmenin tek yolu var…
- Aynı yere yine araba park etmişler. Dalgaların beni nereye fırlattığını hatırlıyor musun? Bugün de hava rüzgârlı. Dalgalar yine yükseliyor. Dört kişiydik. En büyüğümüz 13-14 yaşlarındaydı. Sahilde yan yana durup dalgaların büyüklüğüne nasıl meydan okuruz diye düşünüyorduk. Kendi adıma konuşursam, beş yaşından beri yüzmeyi bilen biri olmama rağmen korkuyordum. Sahile ayağımı basmak bile ürkütücüydü. En büyüğümüz el ele tutuşup denize birlikte girelim teklifini ortaya atınca, herkes iç muhasebesini bırakıp yanındakinin elini tuttu.
-Kimsenin geri adım atmayacağını öngörmeme neden olan garip bir rengi vardı o günün. O manzaranın.
-Büyüleyici bir durum var mıydı?
-Beni zorluyorsun…
Enteresan. Sanki değişmemiş. Peki beş dakika önceki yorumunu neye borçluyuz? Ben mi abartıyorum? Devam edelim.
-El ele ilk adımımızı suya attık. Kendime geldiğimde, arabanın açık kapısının sivri kenarına kafamı çarpmama ramak kalmış bir pozisyonda, yerde yatıyordum. Sen oradaydın demek ki…İlginç! Ayağa kalktığımda ilk dikkatimi çeken, dalgaların büyüklüğüydü. Hazar’ın bu kadar kabarabileceğini hiç düşünmemiştim. Kim kime meydan okumuştu? Gözüm diğerlerini aradı. Hepsi benden önce ayağa kalkmış, sağa sola volta atıyorlardı. Yüzleri ifadesizdi. Benim de kalktığımı görünce geldiler, arabaya oturdular. Hiçbirimiz kararımızla ilgili birbirimizi suçlamadık. Atlattık. Unuttuk.
Ama sen unutmamışsın. Neden?
-Sonrasını da hatırlamıyorsun yani. O zamanlar şimdiki kadar güçsüz değildin.İki gün sonra bahçe kapısının önünde ısrarla sizi tekrar denize götürmeleri için yalvarıp duruyordun. İsteğin kabul edildi. Ama o gün yaşadığın korkuyu hatırlamadan yine denize kulaç attın. Hazar’ın ne kadar tehlikeli olabileceğine dair hiçbir fikrin yoktu.
-Ben güçsüz değilim.
-Sen güçsüzsün. Bugün, burada, hâlâ benimleyken güçsüzsün. Anlattıklarının sana güç kattığını zannediyorsun ama aslında seni sömürüyorlar. Gittikçe tükeniyorsun, farkında değilsin.
- Ben güçlüyüm. Bunu sana ispatlamak gibi bir derdim de yok.
-Denize ispatlamaya kalkışmıştın ama. Tam şurada…
Nereye gidiyor bu çılgın? Bugün hiç de ıslanacak bir gün değil ama.
-Hey, dur! Geri gel.
-Bak! İki adım attığında su dizlerine kadar geliyor. Ufuğa doğru baktığında ise neredeyse görünmeyecek kadar uzaktaki insanlar hâlâ dizlerine kadar suda gibiler. Oysa o mesafede boğazlarına kadar suya gömülmüş olmaları gerekirdi. Sen sahildeki durumu ufuğa eşitleyip — ne cüretse artık — o yöne yüzmeye karar vermiştin. O yolculuk sana bir tehlike daha yaşatmıştı… Hatırlıyor musun?
-Evet.
-Eğer baban seni denizin ortasından, ağzında köpek yavrusu taşıyan bir hayvan gibi çekip çıkarmasaydı… Ya da sen, ufuktan geri dönene kadar boğulmuş olsaydın, beni daha iyi anlayacaktın.
-Evet, seni daha iyi anlayacaktım. Şuan parlamak üzere olan bu öfkeni anlayamıyorum.
-Yine gözlerini, yol bitmeden önce, kumların üstünde açmıştın. Denizde ayakların toprağa değiyor diye ufuğa kadar yüzebileceğini sanmıştın. Ama daha üçüncü adımda, ayağının altından toprak çekildi. Ve sen, her kulaçta o güven veren zemini bulamayınca paniğe kapıldın.
Ama… Asıl kızdığım şey bu hesapsız cesaretin değil.
-Cehaletim mi? Çocukluğum mu?
-Saçmalama… Ben sana şimdi kızıyorum.
-Şimdi mi? Hani şimdi güçsüzdüm?
Ah, Oliverciğim! Sanırım doğadaki yalnızlığın ve benim seni sürekli dünyamızın meseleleriyle meşgul etmem, seni bunaltmış. Bugün iyice kendini aştın. Gitmek mi istiyorsun acaba? Hadi, açıkça itiraf et, seni anlarım. Ama ben sana şimdi bunu nasıl teklif edeyim ki? Gitmenden en çok korkan benim.
O zaman sen yardım et bana! Konuyu aniden değiştirip tartışmaya neden olacak bu sohbetin aramızı bozmasına izin vermesem mi? Ya gidersen, dostum? Devam ediyor. Devam ediyor ve sanırım biraz sonra kalbim kırılacak. Ya da zihnim karışacak ve patavatsızlık edip onu kovacağım… Oysa niyetim bu değil.
-Artık ufukları merak etmediğin için sana kızgınım.
-Kulaç atmadığın, bir sonraki adımlarını fazlasıyla tarttığın, hangi adımın seni boğup hangisinin yüzeye çıkaracağını en baştan hesaplayarak yaşamın içine akmayı unuttuğun için… Evet, belki şu an senden nefret ediyor olabilirim.
Yıllardır o söğüt ağaçlarının arasında kendimi tutsak ettim. Umutla, bir gün gelmeyeceğine inanmak istiyorum. Ama sürekli geliyorsun…Ve bana, kendini tıkadığın o karanlık kutudan bahsediyorsun. Sana kötü bir haberim var, dostum:
O kutu ne genişliyor, nede küçülüyor.
O sadece yaşamın köşesine itilmiş, unutulmuş bir kutu.
Lütfen…
Şu denize o vakalardan sonra kaç kere geri döndüğünü ve ayağın toprağa değmeden yüzmeyi nasıl öğrendiğini hatırlamaya çalış.
-Sarılalım mı dostum?
-Bence buradan gitmemiz lazım. Ben yüzerek gideceğim.
Ertesi gün uyandığımda, üstadın kâfir tütünü yaktığı gibi yakasım geliyordu sigarayı. Midem kahvaltı sinyali veriyordu. Evin içini ruh gibi dolaştıktan sonra kahvaltı yapma fikrinden vazgeçtim. İlk aklıma gelen duyguyu, ikinci bir fikirle zevksizleştirmek istemiyordum.
Akvaryumdaki minik balık, durmadan hareket hâlindeydi. Kaçmaya mı çalışıyor, doğası mı böyle, bilemedim. Uzun uzun izledim onu. Alırken "köpek balığı" demişlerdi bu minyona. Gerçekten de yüzgeçleri ve kafa yapısı, yırtıcı olduğuna inandırıyordu. Ama öylesine küçüktü ki… Serçe parmağım bile ondan büyüktü. Okyanustaki köpek balıkları onu görseler kesinlikle aralarına almaya tenezzül etmezlerdi. Doğa’nın çiğnenmez kuralları hayal dünyasında bile bükülmüyor. Kaç dakika onu izlediğimi hatırlamıyorum. İzmarite ulaştığımda ayrıldım akvaryumun önünden. Miniğin enerjisinin etkisiyle içimdeki boş ve rahatsız edici duyguya meydan okumaya çalıştım. Ortalığı toplayıp tekrar uyumaya niyetliydim.
Oysa biliyordum; boş mideye düşen dumanın pişmanlığı daha ağır olurdu. Olsun. Yine de yaktım.
Yüzerek gideceğini söylemişti. Bu cümle için kapı açıp devamını getirmeyeceğim. Onu bıraktığım söğüt ağaçlarıyla örülü bahçe de bakımından ödün vermemişti. Bana görünmek istemediğini ama ara sıra gelip bahçeyle uğraştığını, bunu bana hissettirmeden yapmaya çalıştığını, bazı yerleri bilerek bakımsız bıraktığını görmeyecek kadar kör değildim. O da bunun farkında olmalı. Artık sürekli orada durmadığına beni ikna etmişti, evet. Çarpmadığım kapıların ardında olup bitenleri tekrar kontrolüm altına alma refleksim, onunla konuşmamı engelliyordu. Ama o bahçeye girişimi serbest bırakmıştı…