October 2, 2025

MEKTUP VAR!

Ben bir kaç tane Paflagonia Belumotu görmüştüm Horma kanyonunda.


Yeni keşfedilmiş olsa da, sarı ve gösterişli çiçeklere sahip olduklarını belki de bulgudan önce farketmiştim. Her türlü zaman açısı farketmemektedir. Net bir kanıt yok. Bunu sadece Oliver’le konuşabiliyorsun. Cesaret zaaflarıma dokunabilir  diye sesini kıstım. Bu defa da fedakarlığımın sesi kulaklarımı tıkamaya başladı. Ondan kurtulmaya çalışırken, hafızayı çizdirmişim… 

Kendi fabrik ayarlarımdan zerre birşey hatırlamıyorum. ‘Kapılmış gidiyorsun’ der ve tanıyı koyar onlar. Onlar da zerre birşey bildiklerinden değil. Ormanın güçlülerinden biri gibi görünmeye çalışıyorlar. Sanırım beni en çok bu konuda kınamaktasın. Sen de haklısın. Bu kadar altı boş düşüncelerin hiç susmadan sana aktarılması içini şişiriyordur. Öbür türlü sempatimi kazanamazdın. Sen herşeyi içinden geçiriyorsun. Ama izi kalıyor, sen de siliniyorsun. Asıl sorunumu böylece çözmüşsün ve farkında değilmişsin gibi yalnız kalmak istiyorsun. 

Dikkatimi sosyo-politik konular dağıtıyor. Edebiyatım güçlü olduğu için mantıktaki eksikliği sezebiliyorum. Rakamlarla olan ilişkim önemli değil. İki yöntemin kullanıcıları arasında en zekilerine uyum sağlayabilirim. Dikkatim dağıldı. Bu gibi olayların etkisi altında kalabilirim. Beni arasıra beliriveren ve kendimi hatırlatmayı başaran anılardan koparıyor. Hep kocaman bir dengesizliğin üzerinde hayatta kalmaya çalışıyorum.  Oysa sarı ve görkemli çiçekten nerelere geleceğimi bir tek senle tahmin edemiyorum. 

Heyecanlandım. Bu iltifatımı kulaklarına hapsetmeden yaşayamazsın buralarda…Buralar da çok güzel şimdi… Yapay zekayı eğitebilirim.  Güvenmeyecekler zaten, o yüzden kendime sallıyorum sadece. Aslında paflagonia’nın keşfedildiğini duyduğumda onu sanki Lenkeran’da da gördüğümü düşünmüştüm. Aynı ırk ayrı yerlere faydalı birşeyi taşımıştır diye düşünecektim, çiçekle ilgili daha net bilgi paylaşmadılar. Ben de peşine düşmedim. İşi yarım bırakan değiliz aslında, tadı kaçınca ilerleyemiyoruz. Motivasyon pııııt yerlerde…

Sorgulamayan cesaret en alttan başlar yaşamaya. Sınavı bitmez, o cesareti kullanacak bir sürü alana girer çıkar, fakat ne gerek var? Böyle pata küte ilerlerken, başkalarına zarar verdiklerinin farkında değiller. Ve ben onları kıskanıyorum. Oysa bu düşüncelerime ufak bir cesaret katsam, insanı tek kelimeyle özetleyeceğim de. 

İnsan özelliği olarak niteleyemediğim, daha çok içgüdü gibi doğuştan gelen bir kusur olarak gördüğüm KISKANÇLIK ve onunla hiç bir şekilde başedemedikleri bir dünya burası. Kolera’yı, Covid’i, kanseri yenerler, ama kıskançlıklarını asla yenemezler. Çocuk bile zaman zaman velilerini kıskanır. O yüzden oyun oynarken siz kazandığınızda kızar, tepki verir, kendisinin yapamadığına yorumlarda bulunur. Neden? Sizin kendinizi yetiştirip eğittiğinizi bilemez o. O yüzden bu habersizlik ona doğuştan böyle yetenekli olduğunuzu düşündürür.Ve sizi kıskanır. Ben neden yapamıyorum? Hatırlıyorsunuzdur, çocuklarınızın fevrice kullandıkları bu soruyu?

Bir gün hepiniz beni anlayacaksınız. Ama önce bilimin bana ulaşması lazım...


Sevgilerimle,

 İhtişamlı cüce çiçek…

September 13, 2025

Mor Söğüt'ün gölgesinde kalan...

Ağzını kapatınca karanlığa bürünen bir kutunun içini anımsatıyor olabiliriz zaman zaman. Dolu ya da boş olması o sırada fark etmiyor belki de. Karanlığa odaklanmanı istiyorum, dostum. Neden hiç aydınlanmadığına dair birkaç fikrim olabilir. Ama hiçbir fikrim beni ikna edemiyor.

Savaştıkça kutunun boş olmasından ve aydınlığın bunu yüzüme vurmasından korkarak cesaretimi kaybediyorum. Böylece kutu küçülüyor, karanlık derinleşiyor. Onu derinlere taşırken görünmez olacağımı umuyorum. Bu, beni tutan tek umut. Ve görünmez olmayı başarıyorum, Oliver.

Kötü birine dönüştüğümü düşünmüyorsun, değil mi? Kalabalıklar için karanlık genellikle "kötüyü" doğurur. Ama ben, derisi soyulurken renginin sarardığını söyleyerek dalga geçen "iyiye" karşılık, "Güneş de gurub ederken sararır" diyen o şairi tanıyorum. Aramızda yüzyıllar var. Ama kaybolan yıllara yenik düşmeyen tek şey, paylaştığımız ve insanı görünmez kılan o ortak karanlık. Evrenin genişlediğini iddia ettiklerini duyduğum günden beri, kutuyu küçülttüğümü sansam da, onun da evren gibi çaktırmadan büyüyüp büyümediğini merak ediyorum. Yine de, hâlâ görünmez olduğumdan eminim. 

Yavru bir fili küçük bir ağaca bağlarsan, büyüdüğünde de o ipi koparamaz derler. Kendimi işte böyle, toz kadar küçük hâle getirmişim. Ama karanlık büyüyor mu acaba? Senin özgüvenin bu sorulara cevap vermek için tasarlanmamış, biliyorum. Sadece beni dinlemeni istiyorum…

Sanırsın renklerden haberim yok. Var elbette. Bahçe için sebze tohumları sipariş etmiştik. Gönderdikleri tohumların yanında birkaç adet çiçek tohumu da hediye etmişlerdi. Pakete hiç dikkat etmeden tohumları ektik. Çiçek büyüyene kadar adını merak ettim. Tanıdığım hiçbir bitkiye benzemiyordu. Büyüdükçe büyüdü. Nihayet, resmini Google ile paylaşıp adını öğrendim: Tilki kuyruğu.

Mor çiçekleri upuzun. Başını öne eğmiş gibi görünür, ama aslında dalları çiçeğin ağırlığıyla aşağı sarkıyor. Salkımları çok büyük. İsmini uzun süre aklımda tutamadım. Ona "mor söğüt" deyip durdum. Herkes alıştı. Şimdi ev halkı bile o çiçekten bahsederken "mor söğüt" diyor.

-Kalk, gidiyoruz.

-Nereye?

-Seni bu manzaranın ortasında bıraktığımda bir süre sonra sıkılacağını öngörmüştüm. Sana da söylemiştim. Hiç itiraz etmemiştin. Nereye diye sorman beni biraz afallattı, dostum.

-Sen buraya anlatmak için gelirsin hep. Beni şaşırtan sensin.

-Zamana yolculuk yapacağız. Seni zihnimi renklendiren ve şuan bulunduğun bu güzel manzaranın aslına götüreceğim. Gelir misin?

-Gidelim.

Çocukken bu şehrin melankolisinin içinden bilinçsizce geçerdim. Canımı sıkan şeyin evdeki sorunlar olduğunu zanneder, asla kendime "nasılım?" diye sormazdım. Şimdi seninle indiğimiz bu bahçedeki ağaçlar ve çiçekler, zihnimi canlı tutan renkleri saklıyordu. Şehir melankolisinden kurtulmuş gibiydi. Ama şuraya bak… Gri canavar bahçeyi esir almış. Biz büyüyüp buradan ayrılınca, ifade edemediğimiz can sıkıntısını bu bahçeye bırakıp gitmişiz. Melankoli kemiklerini sızlattı mı içeri girdiğinde??

Retorik soruydu, seni biliyorum…

-Buradan gidelim. Denizde dalgalara yenildiğin âna götür beni.

-Orada olduğunu biliyordum. Ama hatırladığını … Hâlâ hatırladığını ve bu süre zarfında ilk defa bana bir şeyleri hatırlattığını duydum şu an. Bunu kutlamam lazım.

-Ne yapacaksın?

-Bir gün bana hatırlatacağın bir şey daha…

Bu kahkahaya ne kadar ihtiyacım varmış, dostum!

Bu içtenlik… bambaşka bir şey.

Gurbetteyken hiç beklemediğin anda sevdiğin bir hemşerini görüp sarılmak istersin ya hani! Büyüdüğün yerleri bir insanın bedeninde, kollarında hissetmek gibi… İşte o yakınlık. Azerbaycan’da buna ‘doğma’lık derler. ‘Native’… Bu kahkaha tam olarak o doğmalıktır. Tanıdığın ama yıllardır hasretinde olduğun — hatta hasretinde olduğunu bile unuttuğun bir iç döküş.

-Kutu ışık sızdırmaya başladı desene…

Bunu yapmaması gerekiyordu. Ne ben parantezlerin açılmasını severim, ne de beni dinleyen birinin parantez ihtiyacı duymasını kaldırabilirim. Oliver onlardan farklı. Sanırım onu bize ait dünyanın bir parçası olarak tutmaktan vazgeçmeliyim. Ama onu bırakmak istemiyorum. Oliver bizim gibi değildi ki… Ne oldu ona? Anlattıklarım canını sıkmış olabilir mi? Öğrenmenin tek yolu var…

- Aynı yere yine araba park etmişler. Dalgaların beni nereye fırlattığını hatırlıyor musun? Bugün de hava rüzgârlı. Dalgalar yine yükseliyor. Dört kişiydik. En büyüğümüz 13-14 yaşlarındaydı. Sahilde yan yana durup dalgaların büyüklüğüne nasıl meydan okuruz diye düşünüyorduk. Kendi adıma konuşursam, beş yaşından beri yüzmeyi bilen biri olmama rağmen korkuyordum. Sahile ayağımı basmak bile ürkütücüydü. En büyüğümüz el ele tutuşup denize birlikte girelim teklifini ortaya atınca, herkes iç muhasebesini bırakıp yanındakinin elini tuttu.

-Kimsenin geri adım atmayacağını öngörmeme neden olan garip bir rengi vardı o günün. O manzaranın. 

-Büyüleyici bir durum var mıydı?

-Beni zorluyorsun…

Enteresan. Sanki değişmemiş. Peki beş dakika önceki yorumunu neye borçluyuz? Ben mi abartıyorum? Devam edelim. 


-El ele ilk adımımızı suya attık. Kendime geldiğimde, arabanın açık kapısının sivri kenarına kafamı çarpmama ramak kalmış bir pozisyonda, yerde yatıyordum. Sen oradaydın demek ki…İlginç! Ayağa kalktığımda ilk dikkatimi çeken, dalgaların büyüklüğüydü. Hazar’ın bu kadar kabarabileceğini hiç düşünmemiştim. Kim kime meydan okumuştu? Gözüm diğerlerini aradı. Hepsi benden önce ayağa kalkmış, sağa sola volta atıyorlardı. Yüzleri ifadesizdi. Benim de kalktığımı görünce geldiler, arabaya oturdular. Hiçbirimiz kararımızla ilgili birbirimizi suçlamadık. Atlattık. Unuttuk. 

Ama sen unutmamışsın. Neden?

-Sonrasını da hatırlamıyorsun yani. O zamanlar şimdiki kadar güçsüz değildin.İki gün sonra bahçe kapısının önünde ısrarla sizi tekrar denize götürmeleri için yalvarıp duruyordun. İsteğin kabul edildi. Ama o gün yaşadığın korkuyu hatırlamadan yine denize kulaç attın. Hazar’ın ne kadar tehlikeli olabileceğine dair hiçbir fikrin yoktu. 

-Ben güçsüz değilim. 

-Sen güçsüzsün. Bugün, burada, hâlâ benimleyken güçsüzsün. Anlattıklarının sana güç kattığını zannediyorsun ama aslında seni sömürüyorlar. Gittikçe tükeniyorsun, farkında değilsin. 

- Ben güçlüyüm. Bunu sana ispatlamak gibi bir derdim de yok. 

-Denize ispatlamaya kalkışmıştın ama. Tam şurada…

Nereye gidiyor bu çılgın? Bugün hiç de ıslanacak bir gün değil ama. 

-Hey, dur! Geri gel. 

-Bak! İki adım attığında su dizlerine kadar geliyor. Ufuğa doğru baktığında ise neredeyse görünmeyecek kadar uzaktaki insanlar hâlâ dizlerine kadar suda gibiler. Oysa o mesafede boğazlarına kadar suya gömülmüş olmaları gerekirdi. Sen sahildeki durumu ufuğa eşitleyip — ne cüretse artık — o yöne yüzmeye karar vermiştin. O yolculuk sana bir tehlike daha yaşatmıştı… Hatırlıyor musun?

-Evet.

-Eğer baban seni denizin ortasından, ağzında köpek yavrusu taşıyan bir hayvan gibi çekip çıkarmasaydı… Ya da sen, ufuktan geri dönene kadar boğulmuş olsaydın, beni daha iyi anlayacaktın. 

-Evet, seni daha iyi anlayacaktım. Şuan parlamak üzere olan bu öfkeni anlayamıyorum. 

-Yine gözlerini, yol bitmeden önce, kumların üstünde açmıştın. Denizde ayakların toprağa değiyor diye ufuğa kadar yüzebileceğini sanmıştın. Ama daha üçüncü adımda, ayağının altından toprak çekildi. Ve sen, her kulaçta o güven veren zemini bulamayınca paniğe kapıldın.

Ama… Asıl kızdığım şey bu hesapsız cesaretin değil.

-Cehaletim mi? Çocukluğum mu?

-Saçmalama… Ben sana şimdi kızıyorum. 

-Şimdi mi? Hani şimdi güçsüzdüm?

Ah, Oliverciğim! Sanırım doğadaki yalnızlığın ve benim seni sürekli dünyamızın meseleleriyle meşgul etmem, seni bunaltmış. Bugün iyice kendini aştın. Gitmek mi istiyorsun acaba? Hadi, açıkça itiraf et, seni anlarım. Ama ben sana şimdi bunu nasıl teklif edeyim ki? Gitmenden en çok korkan benim.

O zaman sen yardım et bana! Konuyu aniden değiştirip tartışmaya neden olacak bu sohbetin aramızı bozmasına izin vermesem mi? Ya gidersen, dostum? Devam ediyor. Devam ediyor ve sanırım biraz sonra kalbim kırılacak. Ya da zihnim karışacak ve patavatsızlık edip onu kovacağım… Oysa niyetim bu değil.

-Artık ufukları merak etmediğin için sana kızgınım.

-Kulaç atmadığın, bir sonraki adımlarını fazlasıyla tarttığın, hangi adımın seni boğup hangisinin yüzeye çıkaracağını en baştan hesaplayarak yaşamın içine akmayı unuttuğun için… Evet, belki şu an senden nefret ediyor olabilirim. 

Yıllardır o söğüt ağaçlarının arasında kendimi tutsak ettim. Umutla, bir gün gelmeyeceğine inanmak istiyorum. Ama sürekli geliyorsun…Ve bana, kendini tıkadığın o karanlık kutudan bahsediyorsun. Sana kötü bir haberim var, dostum:

O kutu ne genişliyor, nede küçülüyor.

O sadece yaşamın köşesine itilmiş, unutulmuş bir kutu.

Lütfen…

Şu denize o vakalardan sonra kaç kere geri döndüğünü ve ayağın toprağa değmeden yüzmeyi nasıl öğrendiğini hatırlamaya çalış.

-Sarılalım mı dostum?

-Bence buradan gitmemiz lazım. Ben yüzerek gideceğim. 

Ertesi gün uyandığımda, üstadın kâfir tütünü yaktığı gibi yakasım geliyordu sigarayı. Midem kahvaltı sinyali veriyordu. Evin içini ruh gibi dolaştıktan sonra kahvaltı yapma fikrinden vazgeçtim. İlk aklıma gelen duyguyu, ikinci bir fikirle zevksizleştirmek istemiyordum.

Akvaryumdaki minik balık, durmadan hareket hâlindeydi. Kaçmaya mı çalışıyor, doğası mı böyle, bilemedim. Uzun uzun izledim onu. Alırken "köpek balığı" demişlerdi bu minyona. Gerçekten de yüzgeçleri ve kafa yapısı, yırtıcı olduğuna inandırıyordu. Ama öylesine küçüktü ki… Serçe parmağım bile ondan büyüktü. Okyanustaki köpek balıkları onu görseler kesinlikle aralarına almaya tenezzül etmezlerdi. Doğa’nın çiğnenmez kuralları hayal dünyasında bile bükülmüyor. Kaç dakika onu izlediğimi hatırlamıyorum. İzmarite ulaştığımda ayrıldım akvaryumun önünden. Miniğin enerjisinin etkisiyle içimdeki boş ve rahatsız edici duyguya meydan okumaya çalıştım. Ortalığı toplayıp tekrar uyumaya niyetliydim. 

Oysa biliyordum; boş mideye düşen dumanın pişmanlığı daha ağır olurdu. Olsun. Yine de yaktım.

Yüzerek gideceğini söylemişti. Bu cümle için kapı açıp devamını getirmeyeceğim. Onu bıraktığım söğüt ağaçlarıyla örülü bahçe de bakımından ödün vermemişti. Bana görünmek istemediğini ama ara sıra gelip bahçeyle uğraştığını, bunu bana hissettirmeden yapmaya çalıştığını, bazı yerleri bilerek bakımsız bıraktığını görmeyecek kadar kör değildim. O da bunun farkında olmalı. Artık sürekli orada durmadığına beni ikna etmişti, evet. Çarpmadığım kapıların ardında olup bitenleri tekrar kontrolüm altına alma refleksim, onunla konuşmamı engelliyordu. Ama o bahçeye girişimi serbest bırakmıştı…


September 6, 2025

Durum karmakarışık, Oliver!

Acıyı ifade etmek için kullanılan kelimeler takıldı bu aralar süzgeçime, Oliver. Aslında çoğunu yanlış kullanıyorlar, bilerek yada farkında olmadan. Çünkü çoğu yerde bu kelimeler kalabalık teşkil etse de, acıyı ifade etmiyor aslında. Empoze ediyor. Gıcıklık olsun diye parantez açacağım dostum: Yani acıyı karşısındakine olduğu gibi hissettirerek yaşatmak değil amacı, öyle yada böyle merhamet devşirmektir (empati yakalamak vs.). Hemen farklı bir yere atlıyorum. Bağlantı kuracak kadar zeki bir dostsun sonuçta. Masanın köşesinde düşmesine ramakkala bekleyen bir bardağı düşün. Farkedip koltuktan kımıldamazsam, o bardak ya birinin dikkatsizliğin kurbanı olacak, yada yaşamın enerjisine  yenilip düşecek ve paramparça olacak. Bu cümlede “paramparça” acı yansıtsa da, özne “bardak” olduğu için kimse cümledeki acıyı hissetmeyecek. Yani empoze etmiş olduğum hiçbir şey yok. Empati de gerekmiyor. Ama ben sakarlıkta zirve yapmış biri olarak, mutfaktan aldığım bardağı oturma odasına götürürken bile o kısa mesafede hiç kimsenin bunu nasıl becerdiğimi anlamadan kırabilirim. Sonuç olarak, bardak yine paramparça. Hikayenin sorusu ne olmalı şuan kestiremiyorum. Ama bu kadar cümle arasında beni rahatsız eden şey, bardak için bir türlü huzurlu bir yer bulamamış olmam. Ve daha da ürkütücü tarafı  “hayatın kanunu bu” diyip huzurlu bir uyku çekebilen biyolojimin olması… Yani dilde kusur arayışına çıkıp doğamda arıza bulacakmışım gibi ilerliyorum biraz…Bu kalabalıkta beni rahatsız eden şeyin tam olarak ne olduğunu belki sen henüz anlamış değilsin, oysa bütün amacım sana acıyı hissettirmekti. Dur, dostum… Sanırım acı ifade eden kelimelerin neden herkesin olmazsa olmazina dönüştüğünü farketmekteyim…

September 3, 2025

Bütün o enerji...

19.08.2025 Bütün o enerjinin en sonda frenlenerek sindirilmiş olması canımı sıkmıyor, dostum. Aklıma geldikçe çektiğim acının bile tanımının “acı” olduğundan emin değilim. Aynı anda sana soru sorasım da geliyor. Hiç sıkılmıyor musun, ölümlü birinin sana anlattığı soyut hikayelerden? Senin yerine kim olsa, bu çerçevelere sıkışmış gezegeni hemen terk ederdi. Misafiri olduğun evlerde masalara çöken ağırlıklar kulağına fazla gürültülü gelmiyor mu mesela? Ben sana bunları fazlasıyla süsleyerek mi anlatıyorum acaba? Bir yandan da ödüm kopuyor, “sıkıldım, gideceğim” itirafını duymamak için uydurduğum şeyleri somutlaştırmaya çalışıyorum. Harcadığım çabanın sıfıra eşit olduğunun farkındayım. Yine de sağ ol. Şu kafamın içindeki hareketli nöronu ben bile yakalayamıyorum. Sanki o kafamın içini aydınlattıkça, bu aydınlılta harekete geçmeyi anlamsız bulan diğer nöronlara yeniliyor. Onları da kınayamıyorum. Kınamak hiç kalemim olmadı gerçi… Mucizelere acıkmış gezegenimizin kendi misafirinden bihaber olması, muhtemelen biz açgözlülerin sürpriz, tesadüf, evrim vs. gibi aslında asılsız tanımlara karşı zaafımızdan doğuyor…ve bizi boğuyor…

***

04.08.2025 Sürekli başkalarının dillerini kullanıyorlar kendilerini ifade etmek için. Onlar çok cahiller, Oliver. Şu saflıkları olmasa, gram çekilmez olurlardı. İnan bana, bildikleri her şeyin yalan olduğunun farkındalar ama hala gerçeği bulup cenneti kazanacaklarına inanıyorlar! Buradan doğuyor iyi niyetleri. Ne kadar da kendi çıkarları için olsa da, iyi niyetli diye geçerler tarihe…Tüm savaşları püskürttüler, etrafa yayılması için ellerinden geleni yaptılar, resmen kazanıyorlar! Hep bu saflıklarıyla yaptırıyorlar bize bunları… Aşınmış medeniyetler bunlar! Canım acayip sıkkın, Oliver! Biz bir b..ka derman olamıyoruz…

***

28.07.2025 İnsanın yüzüne vuran gerçeklerin gücünü düşün! “Canım çekti” diyemeyen kadınların sabrını düşün! Burada biraz parantez açacağım, tek sorunları ne istediklerini bilmemeleri. Oysa cevabı anlasalar, bu kadar ihtiyaç sahibi olmayacaklar. Şimdi burayı geç! Eline silah almış çaresizlerin geleceğine bak sen! Yani yüzünü çevir, bana bak! Bu anlattıklarımı rüyamda görsem tekrarlayamam. Kendimi hep güçlenmek konusunda aciz hissediyorum. Oliver’le öyle değilim mesela… Ona gerçekleri dobra olarak söylüyorum, sana söyleyemiyorum çünkü hikayenin sonunu dinlemeyeceksin! E o da dobra… Bir kalemi kırık daha ne ister! Bir de şu yazarları herkesin kitabın kahramanının kendisi olduğunu düşünen okur ordusu var ya…Keşke söyledikleri gerçek bir trajedi olsa, falan filan…O yüzden mutfaktan oturacağı sandalyeyi başındaki çöp poşetiyle birlikte kapan erkekten de korkmayacaksın! Kadın gibi onların da her zaman tutunacak bir dalı vardır! O da tabii ki, canım çekti diyemeyenlerdir…Deliriyorum. Eğlenceli anlamda. Deliriyorum…

***

27.08.2025 Şu hayatı çarşaf gibi saracaksın! İlla ki, gece gündüz kavga edeceksin şu hayatla! Hoşuna gidiyor bu eğlence! Seni müdhiş bir cesaretle ödüllendiriyor. Sen ne yapıyorsun? Fedakarlık… Sonsuz sevgi… Yorganı yaktıran pire… Bunları istemiyor ki senden hayat! Hayat senden ağaçların köküne inmeni bekliyor, onunla bütünleşmeni ve acıyı yaşayabilmeni istiyor. Derin olmanı ve anlamlı bakmanı mı geliştiriyor, bilmiyorum. Her durum için farklı ödülü vardır! İşte sen hangisini kapacaksın! Sonuçta kapaksız bir kalem de onu mutlu edebilir! Hayat senden sadece yaşamanı istiyor… Yoksa İnsanoğlunun haddi ne Yaşam ağacı diye bir fikir uydursun! Demek ki, Tanrının acısı bir zamanlar onunla birlikte Yaşam Ağacını yetiştirecek ruhların ihanet etmesiyle başlamıştı. O da insanoğlunu akılalmayacak bir yola sürüklemezdi… Şeytanı icat eden! Her neyse… Zaman bileğimize sıkıştırılmış emanettir…


Oysa

30.08.2025 Sonbahar…Rüzgar,  yağmurun kışa zemin hazırlaması için geri çekilmiş. O da yaşlanmış, yürüdüğü beş dakikalık yol o kadar uzun sürüyor ki, yazın yerini sonbahara bırakmasını, Güneş’in bir anda yerini yağmura bırakmasını kısacık mesafede yaşıyor. Islanıyor ve gözlerine dolan yaşların bu fırsatla akması için duraksıyor. Geçmişi gelmişti aklına. Doğa’yı bu kadar güzel ifade etmeyi daha erken öğrenmiş olsaydı, daha 18-19 yaşındayken onu hayallerinin ayrılmaz parçası yapardı… Belki taşların baş yarabileceğini öğrenmiş olmazdı, kâğıtlara düşüncelerini dökmek yerine ağaçlara anlatarak büyütürdü duygularını. Hiç birini yapmamış birisi olarak, şuan seyrelmiş saçlarının arasından onu umursamadan geçip gidecek acımasız rüzgara yakalanmamak için bile acele etmiyordu. Kendisi için en büyük fedakarlığı yapmaktaydı o duraksamada… Belki daha önce duraksaması gerekiyordu. Bunalmıştı… onun da “L”sini alıp bunamış yapmışlardı. Çocuklara öyle demiyorlardı. Hırslarını körüklüyor, pekişmesi için herşey yapıyorlardı. Ama onun gibiler bir daha yeniden öğrenemeyecekleri için bunamışlardı… Dostum, o rüzgar bu defa içinden geçerek doğaya ait olan parçasını da aldı götürdü. O yolculuk orada bitti. Manzara basitti. Kimsenin canı yanmamıştı. Görenler “doğal” buluyordu bu gidişi… Oysa… Yeniden dünyaya gelebilir miydi acaba?

July 9, 2025

Elveda, Oliver!

09.07.2025 Doğal afetlerin insanoğlu tarafından inşa edilen binalar konusunda hiç seçici davrandığına
denk gelmedim. Hepsine aynı davrandılar. Yok efendim şu Barok’tur buna dokunmayayım, şu High tech’tir şuna dokunmayayım, geçmiştir, bugündür demeden hepsine dokunurlar. Tabii dayanıklı olanlar ayakta kalır, hayatta kalır. Gel zaman git zaman onlar da aşınırlar en son illa ki, zamana yenik düşerler. Zaman da bir doğal afet midir acaba, Oliver? Sakın bana Mısır piramitleriyle gelme… O olay farklı… Entrika içeriyor. Netlik yok… Her neyse. Bruce Lee’nin neden su gibi olmayı önerdiğini anlıyorum. Su dürüsttür. Hangi formun içine girerse girsin, su kendini belli eder. Nasıl mı? Dürüst olmasa, kendi içine gömdüğü şehirlerleri görmemizi sağlar mıydı? Uyarıyor, haddini bil diyor ve sana plajlarda yine de gülümsüyor. Sen anlamayan taraf olduğunda göre sana parantez açarak anlatmasına gerek yok. Bıraktığı işaretleri okuyamayan taraf olduğuna göre seni korumasına da gerek yok. Hani sadece buralarda dolaş beni taşırma gibisinden ufak tefek mesajlar veriyor mesela. Kısacası, dostum, sanırım seninle vedalaşma zamanım geldi. Sana bu dünyayla ilgili anlatacak hiç bir şeyim kalmadı. Varsa da analizini bıraktım. Nedenini asla paylaşmayacağım. O kısmı edebiyat değil. Ama kendini imha eden bir yazar olabilirim. Yazar dahi olmadan. Gerçi bunun devamını daha argo bitirmem gerekirdi, ama şikayete girer. Ah, dostum, seninle espri yapmak da güzeldi. En azından gülüp gülmediğini farketmiyordum. Sana göre önemli, bana göre önemli, suya göre önemsiz, depreme göre önemsiz, zamana göre çöp… Açıyı yakaladın, değil mi dostum? Elveda…

July 8, 2025

Selam, Dostum!


02.07.2025 Cinayetlerin sebebini buldum! İnanacaksın bana, Oliver. Şu üretmiş oldukları “çalışkanlık” kelimesinin nasıl üzerlerinde şaşkınlık  yarattığını bir görsen! En iyisi de, en kötüsü de şaşkınlık yaratmak, çalışkan olduğunu ıspatlamak peşinde bunların. Böylece, kaos yaranıyor. Oysa birbirine karışan sadece iki güç var. Niye kollar üretiyorsunuz? Böylece, yaşanıyor tüm cinayetler. Her kes birbirinin mutluluğuna elini uzatmaya başlıyor! Mutluluk demek masumiyetle birlikte çıktı meydana. Tansiyon dinmedi. Pıhtı da atınca…Biz bu dünyadan ne istiyoruz, Oliverciğim? Benim gözlemci arkadaşım! Tanrı seni kutsasın! Bu kız yine saçmalamaya başladı diyecekler. Sanki beni hiç tanımıyorlar! Yıllarım onları araştırmakla geçti. Hangisi neyini kullanır? Hangisinin saklı güçleri var? Hangisiyle birlikte dibe batıp çıkar? Haklarında bu kadar bilgi biriktirdiğim, oysa hiç kullandım mı? Neden kullanmadım? Burda masumiyet giriyor işte devreye! Bahsettiiğim o mutluluk! Ters giderse, acaip bir mutsuzluk olabilir. Bak dostum, burda da çalışkanlık devreye giriyor! Sanatıma el uzatıyorlar mutsuz etmek için. Oysa edebiyat asılmak korkusu olmayanlardan doğmuştur… Aynı zamanda medeniyet de doğmuş… Şu para bönkörleri mahsumları çok hafife alıyorlar! Biz intakamı da sevgiyle alırız. Haysiyetini kazısan da, özüne sıkıca sarılan o eski köklerdeniz… Başımızın üzerinde hep duman var farkında mısın? Her halde dostum! Sen dünyanın sonuna gelmişsin! Kıyameti göreceksin!

June 28, 2025

Merhaba Dostum!

Ölümüne yaşıyoruz şu hayatı, Oliverciğim! Yani ölüme varana kadar. Şu parantez açmaları hiç sevmem, ama şu yaşama bakar mısın? Mutluluktan mı, mutsuzluktan mı dersin, kalbimiz durabiliyor. Ağır tazyikli bir mutluluk o göğüs kafesine darbesini indirince, kalp yılların acısını bir anda nereye kaldıracağını bilemeden durabiliyor. Yada hiç o kafese uğramayan mutluluğun hasretiyle nasıl başedeceğini bilemeyen kalp yine durabiliyor. Çünkü biz yıllarımızı ölüm için harcıyoruz. Ve tabii ki, onlar bize haktan bahsederken anlamayacağız. Yaşadığımız şeyin ismini başkalarından duyacak halimiz yok ya! Biraz eğlenelim dedim, o kadar… Uluslararası Batı cephesi… Omuzlarını testereyle ayıran Doğu cephesi… Hepsinin savaşında kaybolan İnsanlığın yasını tutan bir avuç insan…Elimde değil, onları düşünmeden edemiyorum. Tanrı’nın uğradığı ihanetlerin muhasebecisine dönüşüyorum. Ölmeden önce son şakam bu olsun. Sonra dahaçok şey paylaşacağım seninle… Nehir balıkları komployu çözüp oltaya gelmeyince elektriği işe nasıl alet ettiklerini anlatacağım sana mesela… Kuzenlerim mahallemizden akan nehirden ilk kez büyük balık yakaladılar… Oltayla tabii. Bana uzattı kuzenim ve leğene atmamı istedi. Yüzünde anlatamayacağım bir gurur tecessüm etmişti. Ben de hep onlarla balık yakalama macerasına koştuğum için onlar kadar sevinçliydim. O zaman son bir kez nehir suyuna veda etsin diyip avuçlarımı suya uzattım. Kuzenim beni uyarmaya fırsat bulmadan o balık avuçlarımın arasından kayıp gitmişti. O gün bugündür tam olarak mutluluğun ne olduğunu çözemiyorum. Bir çoklarının açısından düşünürken kapana düşmüş gibiyim. Yani dostum, ölümüne yaşıyoruz derken, biraz eğlenelim dedim… Söğüt ağaçları çiçek açar mı? Bak bunu hiç sorgulamamıştım… Seni oraya yerleştirdiğime göre cevabı da sen verirsin artık…

June 25, 2025

Merhaba Oliver!

Sen bizim gezegenimizdeki bağışlayan ve unutan bir avuç insanın kaç kere ihanete uğradığının şahidi olmuşsundur artık. Diğer gezegenleri bilemem ama buradaki gözlemin tüylerini ürpertti mi hiç? Ben bağışlayan ve unutan Tanrı'nın gezegenimizle ilgili ne düşündüğünü doğrusu çok merak ediyorum. O sırada soğuk bir esintinin omuzlarımdan süzülerek ıslak zemine karıştığını ve ayaklarımı dondurduğunu hissedebiliyorum. Hayalimde canlanan (canlanamayan) sabrın sınırlarına ulaşmanın ne kadar kolay zannedildiğini görünce küplere binmiyor da değilim. O bir avuç insanın sabrı onlara ne yapıyor mesela, biliyor musun? Yükü kalplerinden alır zihinlerine taşırlar, erişemedikleri kemalin ıztırabını yaşarlar, ufak bir ışığa elleri uzanınca kendi kendilerini alkışlarlar, tebessümleri tüm akbabaların kanatlarını yakacak sıcaklıkta yayılır suratlarına, göz bebekleri o yıllar yılı önce ölmüş yıldızların ışığı gibi parlamaya başlar ve tabii ki, sabahın erken ışıklarında kaybolup gider. Avuçlarında kendilerini alkışladıkları anın tozu kalır. Bu kadar küçük beyni taşıyarak bağışlayıp ve unutacak kalbi büyütebiliyorlar ise, bahsedilen Tanrı'nın geriye kalanlarla ilgili yaşadığı hayal kırıklığını düşünemiyorum. Aslında kuşkucu da sayılmam. Soru sormaya geç başladım. Kimseyi rahatsız etmemek için yıllardır kendi kendime konuşuyordum. Bir anda seni ana karakter yapıp, etrafını söğüt ağaçlarıyla, renkarenk çiçeklerle, sakin ama dalgalı akan pınarla süsleyip sahneyi kurdum. Şimdi kelimeleri istersem soru, istersem cevap kılığında süs gibi kullanıyorum. Lütfen, keyfini çıkar... Bu gezegende ismine rastlansa da, sana sunduğum bu sahneye rastlanmamıştır... O yüzden sık sık konuşmuyorum. Doğa'nın tadını çıkaracak zamanı tanıyorum sana, dostum..

June 16, 2025

Merhaba Oliver!

21.06.2025 Doksanların denizin dibinde doğan neşeli çocuklarıydık. Oysa içimizde bir yerlerde hep “yaz tatilinde ya bizi denize götürmezlerse” korkusu vardı. Çünkü biz çizgi filmlerini bekler, büyükler haberleri izlerdi. Çünkü hep birileri birileriyle anlaşamazdı, hep bi savaş tehdidi vardı, hep bi çaresiz umut vardı.. Garip bir aurası vardı doksanların… Her neyse, Oliver. Hazar denizi kadar büyüleyici bir deniz yok sanırdım, büyüdüm Kara denizde kendimi Hazar’daki kadar çocuk hissettim. Bir anlık. Bir de büyüdüm, ben haberler izlerken çocuk çizgi filmi diye ısrar etmeye başladı. Sanırım doksanlar tepetaklak olup, sabırla biriktirdikleri umudun yüz bin parçaya ayrılıp cam gibi içlerine dağıldığını hisseden nesil oldu. Mutlu çocukların kutudan izlediği renkli çizgilerin yalan, mutsuz çocuklara gerçekte yaşatılan savaşların anlamsız olduğunu, savaşın renginin kırmızı değil, aslında renksiz olduğunu farkedince anladım. Ama yine de bir tarafım o renkli çizgi filmlerine eğilmiyor değil…Dağılan umutları biriktirme peşinde bir tarafım. Aslında ne düşünüyorum biliyor musun, Oliver? Her kadın kendisini bir erkekten daha çok sevebilir, her erkek de kendini bir kadının onu sevdiğinden daha çok sevebilir. Tüm bu bencilce yapılan hamlelerin sebebi acaba bu salakların hiç birlikte dans etmemesinden mi kaynaklanıyor? Onlat gök yüzüne hiç bakmıyorlar diye mi, yaptıkları şeyler yıldızları çocukların başına yıkıyor? Belki de doğdukları yerde hiç deniz yokmuş, belki de bir balıktan korkmuş denize küsmüşler? Anlayamıyorum ki, düşmanlıklarını…Ah benim rasyonel Oliver’im! Haklısın belki de. Tüm bunların hepsi tercih meselesi olabilir. Yada uydurma. Hayır, Ay’a bakıp hiç mi hayal kurmadı bunlar çocukken? Pes etmiyorum farkındayım

***

16.06.2025 İçimden bir ses diyor ki, yaşlanınca merdivenlerden bizi hızla geçmeye çalışan gençlere çok uyuz olacağım, Oliver. Kıskançlıktan mı dersin? Bizim acelemiz olsa da, son nefesimizi vermeyelim diye “neden acele ediyorsunuz ki?!” diyip geç kalmış olsak bile bir anlayış sergilenecektir. Ah, canım çok sıkılacak, Oliver. Bütün hayatı bir gün geç kalabilelim diye harcamış olacağız, başa sarılmışlığı gençlerin aramızdan ukalaca geçerkenki, hızında göreceğiz. Minik, elle tutulamayan bir an…Toplasan bir ömür, ama eller, ayaklar tutmadıktan sonra can çekişmesiyle karışık bir cehennem olacak. Yaşlıyken de düşünceler eteğimi bırakmayacak. Bunu biliyor. Şimdiden harcamaya başladım kelimelerimi. Belki yaşlanırsam, yakamdan düşmüş olurlar… Nasihatleri yapay zeka dağıtacağına göre, bizim işimiz kafamızdaki şifreleri çözmeye kalacak…Ona da kelime lazım… Hayır, kurtulamayacağım, Oliver.Asla kurtulamayacağım…

***

08.06.2025  “Bu hayat bazen acımasız olabiliyor” derler ya, Oliver, sinirimin tavan yaptığı anlardan biridir. Bu hayat zaten acımasız. O gün sana değil, ona, ona değil, bana, bana değil onlara, illa ki, birisine şu hayat acımasızca davranır. O yüzden kimse artistlik yapmasın, sevgisini alsın, dünyaya dağıtsın diye dilenirken herkes bize saftan tutmuş salağa kadar bin çeşit etiket yapıştırır. O miniğin kalbindeki acıyı ve karanlığı, sen farkında olmadan başını okşarken tarih yazıyorsun, farkında değilsin. Nesimi’nin derisi soyulurken, Güneş’in gürubuyla eşleşen sessizliği doğuran sakinlik de bu sebeptendir ki, harcamış koca dervişi…Sana ne zararı vardır, bu garibanın dersin, diyemezsin… Senin çağına yolunu bulan o kadar yalan vardır ki, içini gerçek gibi ısıtırken, vicdanın bocalanıp duruyor. Belki de hiç bocalanmıyor. O da var yani… O yüzden Oliverciğim, bizim içimizde kaynayan kazan, hazırladığı çorbayı bize içirir, dış dünyanın ağız tadını bozan tatlara karşı bi cacık yapamaz…Bu dünya acımasızdır. Benim başım okşanırken, senin saçın yolulunca, ben sana bir avuç saç bile borçlanabilirim. O kadar geniş dağıtılmış bu nur…

***

07.06.2025 Bi’ geyiğin gözümüzün içine bakar gibi baktığı duvar halısını hatırlıyorum, mesela. Bir düğün için mi, cenaze için mi gittiğimiz uzak bir akraba evinde asılıydı. Uyurken şu geyiğin muhtemelen özgüveninden etkilenmiştik. Masal dinlesek de, uyumuyor onu inceliyorduk. Oysa ertesi gün bir daha o halıyı ancak filmlerde görecektik. Ne hikmetse, filmlerde bu dikduruşlu geyik, hep fakirin evinde durur. Oysa bir günlük misafir olduğumuz evi aklımızda tutan tek şey o geyikti. Ne o evin zenginliğinin, nede fakirliğinin farkında bile olmamışız. Ne şahane geyikmiş, değil mi, Oliver? Sen al, minik çocukların tüm dikkatini çek kendine, eşleştir onların bilincini hayal dünyasıyla, inandır onları kafalarının içindeki servetin gücüne, sonra yıllar geçsin, bu çocuklar halen daha büyülediğin zihinlerinin içinde sıkışıp kalsınlar. Sen şimdi mutsuzlar mı diye sorar işin tadını kaçırmazsın, değil mi Oliver?! Çünkü omuzlarımızın kafamızdan şikayeti olmadığı sürece, biz içindeki geyiği taşımaktan gocunmayız… Her neyse, birden öyle aklıma geldi de…

***

22.05.2025 Biz ne deriz biliyor musun? Gönül yakın ama menzil Ay’dan uzak deriz. İçimiz içimize sığmıyor demek bu, Oliver. Bin çeşit kalıbı sırf biz o =‘ten (eşittir’den) sonrasın ulaşmayalım diye üretmişler gibime geliyor. Onların uç noktaları kabarırken, bizim şu gariban zihniyetimiz hangisini kurtaracak diye dokuz takla atıyor. Oysa bizde kabaran zihniyet hepsini aynı anda kurtarabilir. Dinleseler, sarılsalar, konuşsalar… Bu fiilerden hiç biri dünyamıza neşe katmıyor, dostum. Biz ne biçim olduk böyle ya?! Sorularımız çok, cevaplarımız çok, orman kanunları geçerli, edebiyat güçlü, herşeye rağmen birşeylerden yoksunuz… Yok muyuz, yok mu zannediyoruz, onu bilemiyorum işte… Düşmanımın bile ölümüne “selametle git” diyesim var. Daha ne yapacağız ki? Ne öldürmeye, ne güldürmeye, ne ağlamaya, ne çektirmeye doyamadı hiçbiri… Oysa ben burada boynunu büken söğüt ağacı gibi (hiç ağac değilmişim gibi)  bunların hepsine gülüyorum ya Oliver😂… emojilerin duyguları ifa ettigi saçma sapanımsı bir dünyadan yazıyorum sana… Ne güldük be, dostum. Nadide bir küfürle günü kapatalım.

***

16.04.2025 Yine ağaçtan, sudan, topraktan bahsedesim geliyor, Oliver. Ama konuyu değiştiresim de var. İnsanoğluna değinmeden edemiyorum. Gerçek satranç oyuncuları hariç, herkes kendisini satranç tahtasında zanneder bizim dünyamızda. Herkes mat yapmak peşinde olur. Oysa eminim ki, hepsi aslında dama tahtasındalar. Ulaşacakları en büyük zirve dama olmak. Bilinçsizlik damanın kulağa “Şah” gibi haşmetli gelmediğinin farkına varmaya engel oluyor ve dama olur olmaz sürünmece başlıyor. Ki, tabii bunun da farkına varmak zor. Diğerlerinden farklı veya yüksek olma bilinci yetiyor damalara. Birisi neden satranç gibi bir oyun icat eder ki? Bunu çok düşündüm, Oliver. Gerçekten zor ve uygulamaya konulmayacak kadar riskli bir oyun. Belki de gerçek oyuncular o yüzden kafayı bir kere taktılar mı, bir daha kaldıramıyorlar. Ve meydan dama “satrançör”lerine kalıyor… Tabii bu ismi de ben takmış olayım… Acaba lügatin kaç kuralını çiğnemiş bulunuyorum bu icadımla? Gülme ama satranç gibi bunun da cevabı bende yok… Belki ben de yokum. Sonuçta ayağımın tahtaya bastığını asla hissetmedim. Konuyu rüzgara,ağaçlara, nehirlere ve hatta doğal afetlere bile  döndürebiliriz şuan.Amaç hasbihal etmekti, değil mi dostum?!

***

02.04.2025 Benim saçmalıklarım onlar için saçmalıktır. Budanan bir ağacın gölgesinin olmamasından şikayetçiler, Oliver. Ağacın bunu açıklaması mı saçmalık, yoksa derdini anlatamadan;  ona iyi gelecek diye budanması mı? Belki de tüm bunlar değil saçmalık, bu soruları sorduracak dünyada yaşıyor olmamızdır çorabın ipini çeken? Ben karanlıktan korkmam, gözlerimi kapatınca renklerü boyadığım yine aynı karanlıktır. Sonra da yok efedim, siyah bükülmezmiş. Hep hikaye. Hikayeler de hayal gücüne bağlı. Arkadaş, hiç mi çocukken uykudan kaçmak için duvardaki halının desenlerinden tutunmadınız? O zaman bir işe yaramamış mıdır? Dönelim bu soruyu da saçmalaştıran dünyayı oluşturan maddelere… Hava, ateş, su, toprak derkene… Nevruz’u kutlayan bir ülkede doğmuş olmak. Su çarşambası denen gün nehirden su almaya giden çocuğun diğer çocuklar tarafından köprüden atılan torpillere karşı gittikçe duyarsızlaşması kadar saçma bir Nevruz’suz gelecek var mıdır? Beni budanmış olmaları sıkmıyor, Oliver… Beni delirtiyorken, sorumluluğunu aldığım  şeylerin küstahlığı beni bitiriyor.


***

22.03.2025 Öyle ki, Oliver, kelimeleri kullanıyorlar, anlamını bilmiyorlar. Terimleri biliyorlar, anlamını bilmiyorlar. Hayır, tabii ki, sorsan açıklayacak kapasitedeler ama o masum kelimelerin ne kadar itici enerjisinin olduğunun farkında değiller. Köklü bir ağaç gibi davranmıyor, yağmurdan sonra çıkan mantarlar gibi zehir salıyorlar. İstedikleri şeyin anahtarı yok, kontrolü yok, deliği yok. Çünkü karanlık. Onlara ait bir karanlık. Ben ağaçla birlikte köklerine indim, toprağın altına gömüldüm ama ölmek için değil, canlılığın kaynağını bizzat hissetmek için. O yüzden susuyorum. Konuşurken nefes almadan anlatıyorlar ve hiç tökezlemiyor dilleri. O kafadaki filtre ne ara işini yapıyor, anlamış değilim. Belki de işini yapmadığı için çene tüm gücüyle harekete geçiyor. Nerden baksan, suçluyuz. Filtresiz kontrol nasıl olur ki? Kulak en iyi sensör nasıl olur ki? Lisan karanlığın içinde nasıl gelişir ki,  anlatacak ne bulur ki? Sadece bağırır. Bağırmak bir ifade şekli olabilir ama iletişim şekli olamaz… İletişim için önce beyni “bencillikten” kurtarmak lazım. Dürüstüm demek için entelektüel yeterliliğinin seviyesini tespit etmek lazım. Zeka sadece noktaları beş saniyede birleştirmek değil, tüm açılardan oluşan resme anlam verebilmektir. Hangi anlam elenirse elensin, soru - sen nelere kadirsin? Ama yok iki nokta kavuşunca çene yine acele ediyor… Bence bugün benim moralim bozuk değil. Aksine… Garip hissediyorum.

***

21.12.2024 Ateşler içerisinde alev alev yanarak limana doğru ilerleyen bir gemi vardı. Varamaz ki, yanıyor en iyi ağacın en sağlam ürünü. Ama şu gövdesinin suya gömülmüş tarafı saniyelik bir teselliyle o limana varacağına inanıyor. Tabii ki, varamıyor ama küle dönmesi o kadar kolay oluyor ki. Bihuş bir gemi… Evet, Oliver… Bu dünyayı çok güzel donatmışlar. Fani demelerinin sebebi de muhtemelen her geminin önünde sonunda alev alarak perişan olacağını bildiklerindendir. Ama neden alev alsın ki? Bir tek bu soruyu kimse sormuyor? Soranlar da ilk akıllarına gelen saçmalıklarla tüm gemilere talimat vermeye çalışıyorlar… Öyle olmuyor işte… En sevdiğim tepkim bu. Bak ben de “peki nasıl oluyor?” sorusunu cevaplamadan sallıyorum. Taktım bu aralar ağaçlara… Hayır, hayatım boyunca bir kez ağaç ektiğim var, onu da çocuktum, kopan incir dalını toprağa dikmiştim. Ne hikmetse, tutmuştu.Kendimle övünürken dedem hiç sesini çıkarmamıştı. Günlerden bir gün başka bi konu arasında babaannem “İncir yüzsüz ağaçtır, her koşulda tutunur toprağa” demişti. Bunu duyunca dünyam yıkılmıştı dememi bekliyorsun belki, ama hiç gıkım bile çıkmamıştı. Sonuçta ikisinin farklı tutumuyla dengenin formülünü çözmeye başlamıştım… Belki de bu yüzden ne isyan ettim, nede boynumu büktüm. Her halde konunun başındaki alevler de canımı o yüzden sıkıyor. Ağaçlara bir şey olmasın derken, gemilerin yanmasını da gönlüm istemiyor. Denizleri ve okyanusları koruyalım bari… Oliver, sanırım ben bizimkileri özledim…

***

14.12.2024 Kimyamız hüzne eğilimli, Oliver. Aşırı mutluluktan bile hüzünlü bir şarkı eşliğinde vaz geçebiliyoruz. Ah, canım benim, sen henüz “arsızlığın” ne demek olduğunu bilmiyorsun. Bahse konu o değil. Şuan melankoli ve mutluluk arasında volta atarken, sana söğüt ağaçlarından, çocukluğumuzun ihtişamlı ağacı olan dut ağacından bahsetmek istemekteyim. Ne yıpratmışızdır o dut ağacını. Yediğimiz 3-5 tane kara dut, ellerimizin rengine gel… Övünüyor muyduk, asla. Normalimizdi bu. Rahmetli anaannem geldi aklıma. Derdi ki, ileri gidersen kurnaz derler, geride kalırsan aptal. Dutla aynı dönemde aklıma neden kazındığını bilmiyorum. Oysa alakasız hatıraların flashback’leri bunlar. Sözüm ona ki, normale ayak uyduramadığımızdan beynimiz sürekli seninle konuşmak için sebep arıyor. Yoksa bu gidişle normal beynime nasır tutturacak. İstemiyorum, dostum. Monotonlaşamaz bu hatıraların sahibi… Durduk yere ölümle yaşam arasında çizgi çizerek filozoflaşanlardan olmak istemem… Bu arada, sen İlahi demokrasiden haberdar mısın? Ben onu da çözdüm. Bir sonraki hasbihalde onu da fısıldarım sana. Haketmeden konumunu alan noktalara bırakıyorum seni… Bugün melek değilim, Oliver.

***

26.11.2024 Çok sakindim aslında coşkuyla savunurken gerçeklerimi. Önce onlar silikleşti, tartılamaz hale geldiler benim için, süzgeçime düşemeyen parçaları oldu, zamanla değişmişler gibi geldi bana. Yıllar geçti… Farkettim ki, önce ben, sonra onlar boğulmuş. İçimde, derinde ve karanlık bir yerde birlikteymişiz aslında. Alışmışız karanlığa ve birbirimizin elinden tutmuyoruz artık ışığa çıkmak için. Bizim bir sorunumuz var, Oliver. Ama ben ne olduğunu ifade edecek kelimeleri hala bulamıyorum. Arıyor muyum? Hayır, daha çok kelime bulup daha çok gömüyorum bizi. Bir pınar, bir söğüt, bir kaya parçası yeterli olabilir rus yazarlarının karamsarlığına bürünmem için. Dört duvar, kafamın içindeki sesler, bir dolu kadeh ise Heminguey’in “kulak en iyi sensördür” tavsiyesine değil, kendisine uymam için yeterli olabilir. Bir de içimizden kopan kahkahalar, sevgi yansıtan acemi bir tebessüm vardır bizi bir anlığına bu girdaptan çekip çıkardığına o anda inandığımız. Tam kanıya varacakken bölüyorlar, dostum. Alem edip gallem edip seni günlük hayatın yapay dertleriyle “eğlendiriyorlar”… Neyse, Oliver. Şimdilik noktalarla kal…

***

02.11.2024 Bu Dünyayı yakıp herşeyi geride bırakan kaç düzine  insan var ve ne hikmetse, hepsini tanıyoruz Oliver. Hiç birini sevmiyorum biliyor musun? Geride bıraktıkları için değil, yaktıkları için. İkiyüzlülüğü sevmiyorum ben, mantık barındırmıyorsa. Öyle kül etmek kolay, kafanın içindekinden sen kurtulamayacaksın da,geridekiler neden aynı şeyi tekrar yaratsınlar ki? Sonuçta hiç bir kitap yazılmasa bile, genler kodlanıyor…Ben hepsiyle papazım Oliver. Hayat bana güzel demen lazım senin tabii,istediğini bulmuşsun de bana. Ama bu iş biraz da böyle da anlattığım gibi değil. Biliyor musun, tek sorum şu: Alaaddin’in lambasından çıkan Çin’le, Nuh’un gemisinden inen her hangi bir canlının farkı ne? Bu espriyi birisi bana irdeleyerek anlatsın. Malım ben, Oliver… Haydi gülelim de ortak noktamız patlak versin…

***

Onlar sahraların olmayan güllerinin hasretinden bahsederler, biz o kadar uyanmışız ki, Güneş’in tüm ateşiyle yaktığı o örtüsüz kum tanelerinin derdini çekeriz. Bu kum tepeleri asırların hangi sırlarının üzerine örtü olmuş sorusu aklımızdan geçer, yine de yakan Güneş’in kelebeğin kanatlarına neler yapabileceğini tahmin etmekle uğraşırız. Kelebeğin öyle bir fırsatı olmaz çünkü. Anlayacağın Oliver, aklımız göğe erdikçe, ayaklarımız neden yere daha sağlam basıyor biz de anlamıyoruz. Ceza mıdır, lütuf mudur bilmiyoruz. Kesin bildiğimiz hiç bir şey yoktur biz garibanların. Deryaların içerisinde susan balıkları anlayabiliriz aslında. Bilgi aklımıza nehirlerin suyu gibi aktıkça, biz onu süzüyor, süzdükçe de çok güzel boğuluyoruz. Ses çıkaran bazı canlılar var, gürültü yapıp kafamızı karıştırıyor. O kadar hayalperestiz ki, gaza gelip kelebeğe dönüşüyoruz. Yanıyor kanatlarımız, küllerimizden doğsak da uçamıyoruz. Bu gürültücü canlılar o kadar çok kelime bulmuşlar ki, duygularına bir süre sonra kendilerine onları aynı kelimelerle anlatınca, bir sıyırmışlık seziyorlar bizde…Kendimi bir gün o sahranın kum tepelerine bırakacağım… Ya yanarız, ya sırlara erişiriz…Her şey kum tanelerinin mikroskopik bilincine bağlı…

***

11.10.2024 Şu lalelerin güzelliği duruşlarını ne kadar mağrur yansıtıyor, Oliver. Beş dakika sonra dikkatsizin teki üzerine basıp geçecek ve anlamayacak bile güzelliğin üzerine nasıl bir karanlık indirdiğini. Bir de bize bak, nur topu gibi çocukluğumuzdan “koruyarak” geride bıraktıkları çirkin insanlarız. Hep korudular bizi biliyorsun. Vay efendim, yağmurda dışarıda oynama, tanımadığın insanlara selam verme, akşam ezanından önce eve gel, beş gram saygıyı haketmeyecek fakat sadece yaşta büyük olduğu için saygı bekleyen kişilere saygı duy falan da filan. Anlıyorum, doğrusunu yapmışlar belki de. Ama kolumuz kanadımız kırılmış ya, Oliver. Yürüyoruz, uçamıyoruz. Zıplayamıyoruz bile. Çekmişler bizi mütevazı bir karanlığa, gözlerimizi görmeye alıştırmışlar. Şimdi hem o gülü görüyoruz, hem akibetini tahmin ediyoruz, bilinçaltı da kabuğumuza çekip duruyor. Ağaç etmişler bizi anlaşılan. Gölgemiz olacak, çünkü onlara lazım. Kökümüz olacak çünkü onlara lazım. Meyvemiz olacak, çünkü onlara lazım. Nefesimiz olacak, çünkü onlara lazım. Genel olarak baktığımda evet ağaç lazım. Ağaca da varolmak lazım. Ama işte insanoğlunun ağaçtan farkı lanet olası şu dilinin olmasındadır. O dil farklı şiirler yazdırıyor, farklı nağmeler söylüyor, farklı hasret duyuyor, farklı acı hissettiriyor. Tam olarak ağaç da olamıyorsun yani. Bir de felsefe yaparsın demezler mi Oliver? Gözüken köye kılavuz istemeyenler, bu kadar sessiz feryadı nasıl çözemiyorlar? Zehirliyorlar, öldürüyorlar, küçültüyorlar, sıkıştırıyorlar ve kafeste seviyorlar… Bize sevgilerini bir türlü ifade etmenin düzgün yolunu bulamadılar, canım Oliver. Bitireceğiz birbirimizi…Sona yaklaştık.

***

05.10.2024 Komşunun kafeste beslediği kuşları şakır şakır ötüyor diye ne kadar da güzel ötüyorlar yorumunda bulunuyoruz. İçindeki ses diyor ki, git geceyle bahçesine o tel örgülerden yapıp kuşları içine tıktığı kafesin kapısını aç, hepsini özgür bırak. Sonra diyor ki, aynı ses, bunlar mini minnak kuşlar. Çıktıkları an başka yırtıcılara yem olurlar, yaşayamazlar, ölürler. “Kafes kuşları”, “akvaryum balıkları” diye bin çeşit minimal çıkarmışlar başımıza, adam akıllı düşünemiyoruz, itirazı kendimize ediyoruz. Okulda uslu uslu oturup dersten kaçan çocuklara içten içe hayran olduğumuz gibi. Şöyle bir düşünüyorum da, okulda bir ders kaçırmadan, ilerde tüm dersleri nasıl kaçırmış olabiliyoruz? Tüm mesele şu lanet olası kafeslerde… Kuş diyorum sana, Oliver, kuş… Yani uçması gereken bir canlı… Ama kargalar başından vurur diye kafeste ötsün bişey olmaz diyorlar…Müzik algımız bile yanlış. Gerçi doğru olan hiç bir şeyimiz yok. Olsaydı, yayılırdı, işimizi bilirdik… Canım sıkılıyor, çoook…

***

28.08.2024 Ne istiyorum, biliyor musun? Anlamlı olduğuna inanarak savunanların coşkusuyla anlamsız olanı savunmak. Bir çok kez yaşadım bunu, Oliver. Gerçekten özünde anlamsız olduğuna emin hissettiğim şeylerin karşımda aksinin savunulmasının şahidi oldum. O kadar anlamsız bulmuşum ki, tartışmadan uzaklaşmışım konudan. Neden böyle yaptığımı ben de anlamıyorum. Kelime desen, yığınla dökerim önlerine, fikir desen hazırı geçtim, gidişata göre de üretirim, ama hiç hevesim olmuyor anlamsız olanın gerçekten anlamsız olduğunu ıspatlamaya. Aramızda kalsın, savunanlardan da soğuyorum. Uzaklaşmam çok fazla zaman almıyor, çok da acı vermiyor. Enteresan değil mi? Bence bilimciler o yüzden taktılar “atom parçalamaya”… Başka türlü o kafaları tüm konuları anlamsız çıkarıp hayattan küstürecektir adamları. Gittiler, parçalarda, hücrelerde daha sorusunu bile kesin bilmedikleri cevaplar aramaya… Neler buldular neler… Tabii duygularına rest çektiler. Onlar buluyor da birşeyler, biz bu kadar boş duygu ve beklentilerle ne halt edeceğiz, Oliver?! Bak bi’ ürkmedim değil şimdi…

October 17, 2020

SÜZGEÇ #2


🎯Bi’ düzen değişiyor. Değişim öyle bir süreçte ki, tarihi adalet sadece bir devlet için değil, bir kaç devlet için tezahür ediyor. Şöyle ki, Azerbaycan tarihi topraklarını, kendi öz topraklarını hain terrorcü devletin pençesinden kurtarırken, ona destek olan devletler de siyasi meydanda müttefiklerinin, dostlarının kim olduğunu açık ve net görmeye başlıyor, bu davada yanımızda olmayanlar ise hain “evlatlarının” artık hiç bir işe yaramadıklarını, bu saatten sonra “kullanılabilir” durumda olmadıklarını farkediyorlar. Hala üç maymunu oynamaya devam etseler bile, örneğin Ermenistanı artık hiç bir zaman eminlikle müdafaa edemeyeceklerdir.

🎯Emperyal güçlerin “üçüncü devletler” olarak tanımladıkları devletler artık bu etiketi koparıp atmak üzereler. Bu güçlerin çok önemsedikleri projeler bir kere küçümsedikleri devletlerin şah damarlarında gerçekleşiyor ve bu devletler tarihi iyi bilirler. Tarihte düştükleri tuzaklardan gayet iyi haberdarlar ve bu acıyı hiç bir zaman unutmamışlardır. Bu devletlerin anne sütünden aldıkları maddeler onlara hiç bir zaman hainlik, riyakarlık aşılamamıştır. Ki bu da sahip oldukları topraklarından, ideolojilerinden ve sergiledikleri İNSANLIK örneklerinden vazgeçirmeyecek bir bioloji bağışlamıştır bu vatanın evlatlarına. Çok uğraştılar sütümüze bile “katkı”da bulunmaya fakat olmadı. Olamazdı da zaten. Çünkü kurt kışı geçirir, ama yediği ayazı unutmaz. Bunu da o güçler unuttu. Gücü onları nisyana sürdü. Ve kurmak istedikleri o YENİ DÜNYA DÜZENİNİN şu an yön vericileri küçümsedikleri o “üçüncü devletler”...

🎯Güç birlikten doğar. Birliği ise yaşanan ortak tarih, ortak acılar ve ortak yanılgılar doğuruyor demek ki. Tüm bunları farkedip, analiz edip ayağa kalkmamak mümkün değil. Güçlendiysen, ayağa kalkacaksın, boyun eymeyeceksin, “efendimiz” diye ortalıkta çaresiz kalmayacaksın. Biz gücümüzü topladık ve darbesinin şiddetini şu an ağır biçimde hissediyor düşman(lar).

P.S. Hayal-mayal, obliviona sürüklenmeler, bağırarak zihnimize sokulan klişe “düzen”ler demek ki, aslında gerçeklere hesap vermeden hükmedemezmiş. Bu kadar basit...


https://www.gazetehamburg.com/makale/suzgec/

https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/guncel-yazilar3/5472-karabag-azerbaycan-dir

October 7, 2020

SÜZGEÇ✍️

🎯 Belli ki, pandemi sonrası dünyanın bazı gerçeklerle yüzleşme zamanı geldi. Bunun pandemiden sonra olması yada pandeminin sırf bu süreçte vukubulması belki bir tesadüftür, belki de olaylar zincirinin ana halkası. Şöyle ki, tüm devletler bir arınma süreci yaşadı, her kes safını belirledi, bugüne kadar evrak üzerinde bold yazıyla görmezden gelinen gerçekler artık gözden kaçmayacak şekilde somutlaştı. Bir kere bunu anlamış olduk. Hala bazı gerçekleri kabul etmekte zorlanan (Fransa gibi) devletler de eninde sonunda yüzleşmeden kaçamayacaklar. Hükumetler değişir, halkın hafızasına gölge düşürülür fakat tarih notunu almıştır muhakkak. Er yada geç hesap defterini masaya koyacaktı. Ki bugün daha dikkatli gözlem yaparsak, hala bu hesaptan kaçmaya çalışanlar nisyandan kurtulamayanlardır (Ermenistan; Fransa gibi). 

🎯 Evet, bugün Azerbaycan’ın hakk davasında onun yanında yer almayan devletler vardır. Ki bu da gayet normal. Çünkü hakkın karşısında duran karanlık güçleri aydınlatmak da bu davayı yürütenlere düşer. Kendi karanlığında kaybolmayı yeğleyenler zaten kaybetmiş sayılırlar. Ermenistan bugüne kadar hiç bir uluslararası önemli bir projeye katkıda bulunmadı. Bunun için ne siyasi zekası, ne doğal kaynakları, nede yalandan dünyaya kakalamaya çalıştığı “devletçilik” geçmişi vardır. Gel gör ki, ister Kafkasya, ister Avrupa, ister Avrasya anakarasının geneli, isterse de bu materikte çıkarları olan ABD için bile Azerbaycan’ın imza attığı önemli projeler vardır. Siyasi arenada sadece “maşa” olarak kullanılan Ermenistan’ın bu projeler için tehlikeli taktikler uygulamasına göz yuman devletler, her halde kendi çıkarlarıyla kesiştiklerinin farkında değiller. Gerçi devlet ve “farkında olmamak” biraz lüzumsuz sesleniyor. Şöyle diyelim, gayesi devlet değil, seçimlerde ermeni lobisinin desteğine ihtiyaç duyan hükumetler. Devlet olsa, 3-5 yılın değil, 50-100 ve belki daha fazla sürenin hesabını yapar. Şaka bir yana, bunların siyasetçilerini de hesap makinesinin icadı kütleştirdi galiba. 

🎯 Eskiler hep der ki, bizim zamanımızda “söz” vardı. Bir erkek söz verdiyse, kıyamet kopsa sözünü tutması şarttı. Eskiler, gözünüz aydın! Galiba SÖZ trend olmaya başladı. Neden olmasın? Sonuçta koskoca uluslararası teşkilatların evrak üzerinde sağlanamadığı adalet, halka verilen SÖZ sayesinde sağlanıyor. Ve bu SÖZE imza atan, eşlik eden, destek çıkan devletlerin gittikçe çoğalması, manevi bile olsa, yanımızda yer alması, bende büyük umutlar doğuruyor. 

🎯 Güç birlikten doğar. Bugüne kadar yalnız hissedip melankoliye sürüklenmiştik. Sağa bakıyorsun GÜÇ, sola bakıyorsun GÜÇ, ne yapacaksın? İşte tam o sırada ne kadar güçlendiğimizi farketmemişiz. Şu an doya doya gücümüzün tadını çıkarabiliriz. Doğa bile eşit olmamızı engellemişken, zayıf olup güçlülerin sevdasını yaşamak neme lazım? Güçlü olup kendi sevdamızı haykırmalıyız. Şu anda yaptığımız gibi. 

🎯 Ve en önemlisi: Karabağ Azerbaycandır!!! #KARABAKHISAZERBAIJAN

March 8, 2020

QADIN

Üzünün ürəkdən güldüyü hər an onun üçün bayramdır. Bunu paylaşaraq yoluxucu xoşbəxtliyə vəsilə olur.
Həyat gücünü sevgidən aldığı qədər nifrətdən almasına səbəb olsa da, duruşuyla bunu da süfrəsi kimi zövqlü servis edir.
Gözləmədiyi anda ana olur, gözləmədiyi anda fədakar bacı olur, gözləmədiyi anda son nəfəsini verə biləcək övlad olur, amma QADIN gözləmədiyi her şeyə möcüzəvi şəkildə hazır olur.
Niyə zənn edirlər ki, qadının əks cins olmadan əhəmiyyəti yoxdur? Bunun səbəbi isə qadın kim olur olsun, natamam olduğunu hiss etdiyi hər canlının yanında olmağa can atır. Olduqca da həm özü həm yanındakı əhəmiyyət qazanır. Düzdür, bəzən yenə fədakarlığından dolayı heç kəs onun əhəmiyyətinin fərqinə varmır. Olsun, qadın buna da hazırdır.
Qadın çox danışır, qoy danışsın. Onsuz da içindəki kədərin, ya da sevincin bir parçasını belə sözlər ifadə edə bilmir. Qadın şəkil verən olduğu uçun ona balaca da olsa bir meydan lazımdır ki, xarabalıqdan gözəlliyə çevirdiyi əsərini ortaya qoysun.
Qadın kimdir?
Kosmos kişilər üçün araştırma, tədqiqat alanıdırsa, qadın üçün gizli bağlantısı olan sirli və bir çox qadının şəkkinə belə getməyən enerjili bir yerdir. Ona görə QADIN Yerlə Göyü bir etməyə qadir ola bilir. Bu da onda əlaqəsini kəsərək alınır. Qadın Allah deyil, amma O'nun varlığının möcüzələrə vəsilə olduğu təvazökar isbatıdır.
Onu məcbur buraxsanız, əlindən gəlməyəcək, gücünün yetməyəcəyi heç nə yoxdur. Əngəl ola biləcək tək bir şey var, o da itirəcək heç nəyinin olmaması. Bu durumda kişilər güclü olsa da, qadınlar zəif olur. İkincisi isə, qadını bir qadın yetişdirirsə, mütləq və mütləq üfüqlərin ötəsinə gözlərini dikə bilməsi üçün onu yetişdirə bilməlidir. Bununla bərabər, ayaqının altını görməyi də bacarmalıdır.
Kişilərin beynindən həmcinsləriylə paylaşa bilmədikləri və bunu özlərinə sığışdırmayaraq küçümsədikləri bir düşüncə keçirsə, o düşüncənin cinsi də Qadındır. Nə qədər aşağılanıb gizlədilsə də, etiraf zamanı İnqilab kimi böyüyə bilər. Halbuki Qadın inqilab deyil, üsyan deyil, müharibə deyil. Bunlar bir qəlibdirsə, yeri gəldiyində Qadın bu qəlibləri də aşmaq üçün böyümüş iztirab sahibidir. Onlar 'məcbur' sözüylə sınağa çəkilməməlidir.
İnsaoğlu getdiyi yolda geri qayıtmaq üçün izini itirsə, qadın mütləq iləridə keçmişi görəcəyinə inandıraraq onun üçün yeni yol salar. Belə bir qəribə instinktləri olan canlıdır.

Mən istəmirəm bu yazdıqlarımı kişilər oxuyub qadınlar haqqında pozitiv fikirlərə qapılsınlar. Mən istəyirəm bu yazdıqlarımı analar oxuyub qızlarına bu Qadının şəklini versinlər...

November 10, 2019

Dəlilərə tay olsaydı

Dilimə düşdü bir qığılcım,
Danış dedi, danışmadım.
Paylaş dedi, mənəm sənə sirdaş dedi.
Şərab alıb oturmuşdu,
Ağzım sözün unutmuşdu.
Yanğın çıxdı, beynim yandı,
Danış dedi, küllərimlə barış dedi.
Əllərimi qaldırmışdım tutum onu,
Dağılmasın.
Yayılmasın,
Dığırlanıb çiynimi də yandırmasın...
Mən dadına baxmamışam nə Günəşin, nə şimşəyin...
Necə deyim bəs bilirəm dirilməyi?
Ölüləri cənnətindən tərpətməyi,
Cəhənnəmə maraq salıb ürkütməyi?
Mən heç kəsi çağırmıram, səsim gəlir,
Duyğulara soyunmuram, dualara dönüb gəlir.
Bəlkə ayıq oyanmıram, ona görə yuxum gəlir?
Hansı səhnə qurulmuşdu mən yatanda?
Kim almışdı alqışları, mürəkkəbim dağılanda?
İndi deyir, susma, danış,
Güya ondan bəhsim qalıb!
İndi mənə sirdaş olub,
Elə bilir nəfsim qalıb!
Ox qayıdıb yaya girir,
Yay ovçuyla alay edir.
İndi deyir, susma danış,
Güya sözdən saray edir...
Bir qığılcım...
Bu dünyanın nüvəsindən qopmasaydı...
Təkəbbürüm danışsaydı,
Dəlilərə tay olsaydı...
Ovçu da utanmasaydı..
Bir qığılcım olmasaydı..

October 24, 2019

Dünya

Sınıq bir qələmin olmayacaqsa,
Mürəkkəb ünvansız axmayacaqsa,
Fələk baş götürüb qaçmayacaqsa,
Çarxını döndürən nədir, a dünya?

Analar bətninin sancılarından,
Atalar biləyin ağrılarından,
Gözümüz görmənin ağırlığından,
Çarxına ilişdi qaldı, a dünya!

Bir qarış torpağa sığmaz üç kişi,
Dörd divar otağa sığmaz beş kişi,
Gələn min nəfərdir, gedən bir kişi,
Haqqınla hesabın tutmur, a dünya !

Ağaclar uzanır nəm olan yerə,
Səhrada bir qurtum suyun çatışmır.
Kimə yol salırsan, kimə uçurum,
Bircə sirr saxlayan quyun çatışmır.

Nə üçün özünə gətirdin bizi?
Elə hey səninlə savaşacaqdıq.
Sağımız qırıqdır, solumuz uçuq,
Güya dərman tapıb sağalacaqdıq

August 10, 2019

Madam ki...

Madam səbrsizsən, dilən ürəyim,
Birindən istehza, birinden qınaq,
Madam ağılsızsan, öyrən ürəyim,
Soyuyan ovuclar yumruq olacaq

Özgə bağçalardan qopan güllərin,
Yalançı yaz ətri dəyir burnuma.
Torpaq bağışlamır sevgililərin,
Yağdırır yağışı dönür palçığa..

Hamıya gülənin qaşqabağını,
Sevmirəm deyənin ağlamağını,
Ölümü görənin yaşamağını
Mümkün qılanları qınayandılar.

Madam ki, sığalın günah sayılır,
Kül olub küləkdə gizlət özünü.
Madam hər qədəmin yollar ayırır,
Mənlə qal, azacıq dinlə sözümü.

Mənlə qal, Tanrını üzməyək daha,
Günahı şeytana atmayaq, ağa.
Əzəli rəqiblər tən bölünməyib,
Biz də dərd almışıq, çağından baha

June 30, 2019

CƏSARƏT

Mənim şeirimdə cəsarət yoxdu,
Çırpmıram özümü sağa, ya sola.
Oxşayıb, yalayıb solğun bənizi,
Gözlərəm sözlərim bir dərman ola...

Cəsarət yumruğun, silahın deyil,
Cəsarət özündən ummadığındır.
Necə ki, nifrəti oyatmaq asan,
Sevgidən xilaskar doğurmağındır....

Məni oyatmağa heç çalışmayın,
Yuxumda nə görsəm mənə əzizdir.
Durulan zehnimə heç toxunmayın,
Çürümüş fikirlər daha ləzizdir.

Şıltaq ayaqlara yapışan yağış
Dırmanır çöhrəmin qırışlarına.
Ağzımdan şükürlər daha çıxmamış,
Damlalar köç edir baxışlarıma.

Bu dünya ya tamı tənə böləcək,
Ya cütü ayırıb yalnız edəcək.
Bir dua yüz ürək birləşdirəndə,
Hər ürək şükürün ayrı edəcək...

Mənim şeirimdə cəsarət yoxdu,
Nalə də, fəryad da, üsyan da yoxdu.
Bir gün ayrılacaq gecəm gündüzüm,
Səni oyatmaram deyən də yoxdu...

June 25, 2019

BAĞLAYICI

O günden sonra hayatım böyle döndü. Değişti. Aşağıda anlatacağım anlamayacağınız şekilde. Ama bildiğiniz hiç anlamayacağınız dilde. İçinde bir olay olmayacak ama sesleri duyacaksınız. Öyle bir yazı ki, damarı olsa kanı durur. İşte o damarları kestirecek sesler... Başlıyorum. Sondan değişen başlangıca.

Vardı bir tane insanları ezik gibi gören birisi. Ben de onu ezdim. Arabayla. Hayr,  tabii ki. O neyle eziyorsa, ben de öyle ezdim. Suratına patlattım toplantıdayken. Neyi? Küllüğü. Hayr tabii. O neyi kullandıysa, onu. Kelimeleri ağır harflerle değil, basit seslerle gerçeğe benzettim ve suratına fırlattım. Beni kovdu. Ama unutmadı. Unutamazdı ki. O, basit kelimelere öylesine bilinçaltına inen sihirler koymuştum ki, beni unutamazdı.

....Beni unutamazdı. Yıllar sonra beni facebooktan ekledi. Genel müdür olarak yeni başladığı şirkette beni yanına çağırıyordu. Ama hayr. Öyle olmadı. Beni işten atan birinin beni yanına çağıracağına inanmak istemedim. O yüzden öyle olmadı. Aradı. Heyecanla eski patronumun numarasını arıyordu. Oysa beni kendisi daha önce kovmuştu. Ben de numarayı verdim. Hiç şaşırmadı mı, kendisi benden sonra kovulsa da, bende patronun yeni numarası ne arıyor? Bence sormadı. Sormadı diye olay böyle de olmadı. Aramadı yani. Beni unutamazdı, çünkü hiç aklına gelmeyecektim. O yüzden böyle oldu. Aklına gelmedim.

Kısacası, istediğim ebatları alana kadar ben büyüdüm. Dermişim, ama sıska birşey olarak kaldım ve etki alanım büyüdü. Romantik alan değil yahu, siyasi, ekonomik ve özgür alanım. Bir de unutmayalım ki, benim bir de sanatsal alanım var. Sizi dansa davet edebileceğim bir alan. Heheyyy! Ben zihninizi gıdıklayan karıncayım. Amacım sizi gıdıklamak değil, hareket etmek. Ama sizin gıdıklanacağınızı bilmiyorum ki. Karıncayım. Kurnazım ve yerinde susmayanlardanım. Akışına bırakır,üstünüzü kirletirim...

Senin dediğin çok zor.Başaramam. Zor bir şey. Değil, ama yine de başaramam. Başarırsam fizik kurallarına aykırılıktan cennetten kovulurum. İnsan cennetsiz boş umuttur. Vaka. Der mişim, ama hiç görmediğim yerin umudu nasıl oluştu peki? Demek ki, başarırım. Demek ki, fizik kendisine aykırıymıs.

Bu kendi başına bir hikaye olurdu. Ben çenemi tutamadım ve bu bir roman oldu. Kısa kesse idim, belki daha çok okuyan olurdu. Ama fikrimi bitirmeden doymuş olacaklarsa, demek ki, boşa yazmış olacaktım. Demek ki, yanılmışım ve dünyayı değiştirmeye kalkmışım. Kısa hikaye istemiştim kendimden. Onu da beceremedi. Kendi başına aykırı bu Leman. Ne yapacak? Yine açacak göğsünü ve incilerini ruhunuza satacak. Siz almayı kiralamaktan daha çok seversiniz. Benim incilerimi de benden istemezsiniz, alırsınız.

Bi de bana ‘’aksakallı dede’’ desinler, demiş adam. Ki ben demiştim. İlk hitap eden de ben olduğum için onun duyurusuna rağmen, ilk bulan benim. Sonra olay büyüdü. Araplar dedi Allah olsun, Hristiyanlar dedi Bog olsun, İngilizler dedi God olsun, Türkler dedi Tengri olsun...Kısacası, tek hitap bulamadılar ve dedenin 99 ismi oldu... Ne müthiş! Onları da ben buldum. İnanabiliyor musun? Ben kaşif mişim. Kendim dışında bir sürü şey keşfetmişim. Gerçi anamı, babamı da ben keşfettiğim için kendimin de kaşifi oluyorum. Ama dur bir dakika. Olay o kadar büyüdü ki, hitapları unudub benimle ONU kıyaslamaya başladılar. Şirk çıktı, oyun bozuldu... Biz de dağıldık. Ademoğulları...

Kimseler kendini bana karşı koruyamadı. Ben de onlara bulaşmış oldum. Hayat bağlayıcıydı. Ve'lerden ve ve.sairelerden  oluşuyordu. O kadar ironikti ki, beynimi ütülüyordu (Kelimeye dikkat: "iron"  ingilizce’de hem ütü, hem demir demektir) .  Anladın mı şimdi neden bulaşmış oldum. Başka şansım yoktu, bağlayıcı varken...Hem de ben iken. Bak sen, Ademoğlu hala tartışmaya devam ediyor. Oğlum, sessiz olsana, burdan da kovulacağız!

Ben aslında bunlarıı anlatmak zorunda neden kaldığımı çözemedim. İnsanın cennete geri dönüş aradığı gibi, ben de bunu savunma gibi anlatmaya başladım. Ne alaka? Bu yol uzun, biliyor musun? Ne kadar çok yürürsen, o kadar hızlı döner. Ve sonra da dünyanın eklipse benzediğini bulurlar. Ki onu da ben buldum. Çünkü bu kıyası yapan da ilk bendim. Sincap gibiyiz kafeste. Klişe mi oldu? Ama bulan benim. O zamanlar daha moda değildi kelimelerim. Siz ezberleyince klişe oldu. O yüzden kendimi suçlu hissetmiyorum. Gidin, değişin, değişelim. Belki değiştiririz. Şübhem izin vermedi bu konuda gurursuz olayım. Hissettin değil mi??

Saati ibre gösterir. İbreyi tahta tutar. Tahta duvara yaslanır. Duvar eve dayanır. Ev ise dolu olmak ister. Tamir edeni ne kadar çok olursa, o kadar geç dökülür. Böyle evler geç dökülsün diye içerisine aile adı altında insanlar sokarlar. Hepsi bir birinden farklı, yüzleri yada ebatları benzese de. Kısacası, evler durur ama yine de ebediyeti yakalayamazlar. 10 Sene sonra yine dökülürler. Çünkü aileler dağılır.

İyi içerdi, derler bir de. Sanki onlarla çişi konuşuyor, çenesi değil. N’olmuş iyi içiyorsa? Konuşmuyor mu yine de? Cevaplamıyor mu sorunuzu? Olay işte tam anlatamadığım gibi oldu.
Bana koşan perilere ruhumu sofra ettim. Doydum ve nankör ruhum onları kovdu. Yorulduğunu söyleyen ev sahibi misafirlerin gözünde ne ise, ben de ona dönüştüm. Nankörlük bu yüzden günah olabilirdi. Ama kutsal olarak görmediler. İlahileştiremediler. O yüzden nankörlük hep aralarında yaşar.... Yani yüksekte olmak değil mesele. Mesele TAM olmaktır, sadece Gökte ve Yerde değil ,her alanı dolduracak kadar tam DOLU..  Mesele bu olduğu için benim iddiamı, onun varlığıyla kıyaslarlar. Ama bu haksızlık... Onu da ilahileştirmemişler…

June 13, 2019

GÜÇLÜ İNSAN

Güçlü insan sessiz erir. Hani çatılardan sarkan buzlar erirken damlaların sesini duyarsın ya, buzdağı erirken öyle sinirbozucu sesler çıkarmaz. Güçlü insan aynı o buzdağı gibidir, sessizce erir ve onu var eden okyanusa karışır. Bir gün bi daha varolacağını umursamadan. Güçlü insan varoluşu tek seferde, kapsamlı ve sessizliğinin ağırlığıyla sergiler. Feci aşık olursun bu hareketsiz gözüken hareketliliğe. Hani Yer gezegeni kendi okunun etrafında dönmesine rağmen biz çarktaki gibi hissetmiyoruz ya, güçlü insan da öyle "hareketsiz" döner oku etrafında. Kabaca desem, çaktırmadan ve huzurunuzu bozmadan. Sizin huzurunuzu diyorum. Hani hep bi tatmin olmayan ve tatminsizliğinin zıttına bela arayan huzurunuzu bozmadan. Güçlü insan kötü olsa, size karşı üşenmeden sizi kullanır. İyi olsa, size karşı üşenmeden sizi kullanır. Çünkü güçlü insan biliyordur hızlı dönmek arabayı ağaca ille de bi gün toslar. Bu cesaret değil, akılsızlık olur. Dehalarda gözüken akılsızlık değil, bildiğin cahil cesareti ve amaçsızlık. Şu hayat bir gün her kesi ağaca toslatır derseniz, susun ve düşünün... Belkiler hep vardır. En kesin kararın bile belkisini bildiği için çok tribe girmez güçlü insan... Güçlü insanı nasıl tanırız derseniz, onu nefessiz bırakın. Ciğerlerinde toplanmış havaya siz bile hayret edeceksiniz. Kısacası, güçlü insan hayatı içine çekmiş ve ağzına su alıp oturmuş gibi duruyor. Konuşursa, hepiniz için sihrini kaçırır. Fıldır fıldır açılan gözleriniz pembe gözlüklerinize toslar. Kiyameti, gidişi, kayboluşu ağırdır güçlü insanın. Belkileri size bırakmaz, onları da götürür giderken... Yüzünde bir tebessüm vardır, Azrail bile sıksık görsün diye çevresinde dolanır. Bilimsel tebessüm. Hafızana oturur, midene değil...

December 21, 2018

Dağıtdım misraları...

Bəlkə gözlərimdən düşən yaşların,
Qədəri yerləri islatmaq imiş,
Ayağım altından sürüşən torpaq,
Düşən hər damlanın günahı imiş...

*************************************


Bir kəlmə kəsəydik, çörək yerinə,

Masamdan söhbətin əskilməsəydi.
Lətifə böləydik, günah yerinə,
İçimi təbəssüm tərk etməsəydi.

*************************************


Qələmim həmdərdim olmayacaqdı,

Bir ömür bir günə sığmayacaqdı.
Sənsizlik səssizlik libasın geyib,
Məni öz-özümdən almayacaqdı.

*************************************


Kaşki bütün bəşəriyyət o şairin olaydı,

Dünya bizim üstümüzdən ağırlığın salaydı,
Qara-qara fikirlərlə qəbir qazan insanı,
Çəmənlikdə çiçək edib qoxusunu yayaydı.

**************************************


Qırılan istəkan qulpunu sormaz,

Çatından axan su dodaq islatmaz,
Mən də düşüncənin hayına qalsam,
Yalnız ürəyimi özgəsi sarmaz...