Sen bizim gezegenimizdeki bağışlayan ve unutan bir avuç insanın kaç kere ihanete uğradığının şahidi olmuşsundur artık. Diğer gezegenleri bilemem ama buradaki gözlemin tüylerini ürpertti mi hiç? Ben bağışlayan ve unutan Tanrı'nın gezegenimizle ilgili ne düşündüğünü doğrusu çok merak ediyorum. O sırada soğuk bir esintinin omuzlarımdan süzülerek ıslak zemine karıştığını ve ayaklarımı dondurduğunu hissedebiliyorum. Hayalimde canlanan (canlanamayan) sabrın sınırlarına ulaşmanın ne kadar kolay zannedildiğini görünce küplere binmiyor da değilim. O bir avuç insanın sabrı onlara ne yapıyor mesela, biliyor musun? Yükü kalplerinden alır zihinlerine taşırlar, erişemedikleri kemalin ıztırabını yaşarlar, ufak bir ışığa elleri uzanınca kendi kendilerini alkışlarlar, tebessümleri tüm akbabaların kanatlarını yakacak sıcaklıkta yayılır suratlarına, göz bebekleri o yıllar yılı önce ölmüş yıldızların ışığı gibi parlamaya başlar ve tabii ki, sabahın erken ışıklarında kaybolup gider. Avuçlarında kendilerini alkışladıkları anın tozu kalır. Bu kadar küçük beyni taşıyarak bağışlayıp ve unutacak kalbi büyütebiliyorlar ise, bahsedilen Tanrı'nın geriye kalanlarla ilgili yaşadığı hayal kırıklığını düşünemiyorum. Aslında kuşkucu da sayılmam. Soru sormaya geç başladım. Kimseyi rahatsız etmemek için yıllardır kendi kendime konuşuyordum. Bir anda seni ana karakter yapıp, etrafını söğüt ağaçlarıyla, renkarenk çiçeklerle, sakin ama dalgalı akan pınarla süsleyip sahneyi kurdum. Şimdi kelimeleri istersem soru, istersem cevap kılığında süs gibi kullanıyorum. Lütfen, keyfini çıkar... Bu gezegende ismine rastlansa da, sana sunduğum bu sahneye rastlanmamıştır... O yüzden sık sık konuşmuyorum. Doğa'nın tadını çıkaracak zamanı tanıyorum sana, dostum..
No comments:
Post a Comment