“Ölmek kolaydır. Öldürmek de.
Zor olan - öldürdükten sonra yaptığınla, öldükten sonra da hakkında verilecek
kararla barışmaktır.Giriş biraz ağır gözüktü bana da. Benim gibi insanlar bir
ya da iki günlük yaşamak için doğulmuşlar. O yüzden ölümden konuşurken, detaylı
değil, genel olarak konuşurlar. Neden bir ya da iki gün mü? Çünkü uzun bir süreç bize fazla bağımlılık,
fazla yalan, fazla sorumluluk ve daha bir çok şeyi fazlasıyla kazandırır.
Kazanmak iyi bir şey olsa da, kaybetmek ağır oluyor. Kaybetmekle hayat
öğreniliyorsa, sınavları ağırdır. Bazıları kazanmaya alışırken, diğerleri de
kaybetmeyi sanat ediniyorlar. Ben hiç birine bağımlı olmak istemem. Bir de en
kötüsü insanlara alışmak ve onları ruh halin değiştikce yeniden yeniden
keşfederek yüreğinin derinliğinde gizlettiğin sevimsizliği farketmektir.
Mesela, sana alışmış halim koşarak senin yanına yüzünde tebessüm, içinde
çılgınlıkla geliyor, sen de onu asık suratla, suçlar gibi bir tarzda karşılıyor
ve onun ağzının tadını kaçırıyorsun. Bu, o an içimdeki fırtına daha
dinmediği için, sana olan bağımlılığımı
yükseltiyor. Senin yüzüne sonradan kazandırdığım tebessüm ise benden tüm
enerjiyi çaldığı için fırtına diniyor, bağımlılık beni terkediyor.O yüzden en
iyisi ve tabii ki, en ağırı (kolay
gözükse de) tadında bırakıp yalnız senden değil, her şeyden kaçmaktır.”
“...
Notlarımı topluyorsun, umarım. Ya da anlamsız bulduğun için yırtıp atıyorsun. Ama
kağıt mürekkebe bir kere bulandıysa, sen onu yırtıp çöpe atmakla da temizleyemezsin. O yüzden kusura bakma, ben
seni rahatsız etmeye devam edeceğim. Aslında, hiç sevmem a, rahatsız etmeyi.
Ama sen hakediyorsun rahatsız edilmeği, çünkü yanımdayken hiç, ne düşündüğümü
merak etmedin ki. Öylesine güzel anılar dolu resmlerle doldurdun belleğimi.
Şimdi onlara bakınca da, hisslerim karışıyor, gel-gelelim anlam vermeye, ben
bir şey anlamıyorum. Neden acaba? Aramızda hiç sözlerle takaslaşmadık.
Yüreklerimiz konuştuysa da, sözleri aklımıza kovarak konuştu, aklımızı da hiç
dinlemedik. O zamanlar aklımın sesini, saatlerle çalıştığı zaman sesine
alıştığımız bilgisayar gibi kapatıldığında beynimizde tren durdu diye
kurtulduğumuz sese benzetiyorum. Fakat aklın sesinin durmaması gerekiyordu,
bilgisayardan farklı olarak. Durdu işte. Ne yapalım? Yeniden konuşmaz ki. Konuşursa da, seninle
değil, benimle değil, başkalarıyla muhatab olur. Sen de olsan, öyle
yapmazmıydın? Kırılmazmıydın? Kırıldıktan sonra da zaten yararlı olduğuna şübhe
etmezmiydin? Aklımızı da öyle kırdık. Yüreğimiz de kırıldı söyleyeceksin, ama öyle
değil. Yüreği sağaltacak balsam er-geç
bulunuyor, bu da yine aklımızın söküğünü dikmeğin, kırığını yapıştırmağın
karşısını alıyor. Tamam, aklın karışmasın. Beni kırmış değilsin, özledim, belki
o yüzden felsefe yapıyorum. Özlemimi ifade etmek için bir yerlerden kendimi aç
bırakmalıyım. Ben kaçtım ya, kendimi senden aç bıraktım. İtiraf eder gibi
oldum be. Hayr, itiraf değil, benim
böyle hallerimden anlarsın, isim veremesen de. Değil mi? Değil tabii. Nerden
anlayacaksin ki? Seninleyken seni neden özlemiş olayım? Ama belli ki, o zaman
da özlemişim. Anlamazsın, çünkü anlayamazsın. Kaçan benim ya, o yüzden.
Kaçarken değil, geri dönüp bakarken öğreniyorsun kimlerden kaçtığını, hangi
yollardan geçtiğini, neleri kaybedip, neleri kazandığını. Ben geri dönüp
bakmayı sevmediğim için ona da bir “tecrübe” gözüyle bakıp nasıl olduğunu
tadmak istedim. Al işte! Keşke hiç dönmeseydim. Bir türlü gözlerimi geçmişten
geri alamıyorum ya. Bu ne? Aşk mı? Ola
bilir. Sevgi mi? Ola bilir. Eğlence mi? Ola bilir. Yalan mı? Evet. Çünkü, artık
yaşanmıyor. Bir tek resmi kalmış...
Vaz
geçtim seni rahatsız etmekten. Bu son notum. Sözlerden notlarla kurtulduktan
sonra yine kaçıyorum, kusura bakma. Ya sana bir şey söyleyeyim mi? Ama söz ver
ki, kendine bunu itiraf edeceksin. Şimdi ben sana yazmaya devam edeceğim diye
bitirseydim yazımı, sen şu notumu da yırtıp çöpe atacaktın. Ama artık
yazmayacağımı öğrendiğin için daha önceki notumu yırttığına da pişman oldun.
Değil mi? Öyledir. İnan bana! Neyse... Kendine iyi bak...Hoşca kal! J”
No comments:
Post a Comment