September 19, 2013

Kanatlar varken



Bu yazının, okuculara hiç bir kesin anlam çıkarılmayacak
 yazı etkisi bağışlayacağını bildiğim için, haberdar etmek isterim ki, 
her kafada farklı şekilde yorumlanacağını, değişik formatlara oturtulacağını 
tahmin ederek, ilişkilerin ortak konuşan dilinde  yazdığım bir yazıdır.
 Her kes kendi  hikayesine uygun  sonuçlar çıkara bilir. 


***
Erkek:  Yürek boş olduğunda aynaya, dolu olduğunda pencereye bakan insanlar  değil miyiz?
Kadın:   Sen beni gördüğün yerlere bak.
Erkek:   Aynaya mı?
Kadın:   O kadar mı zapt edildin?

Bu ilişkiye başlama nedenlerini unutmasaydılar, belki de onları savuracak hayatın tozunu yutmuş olmayacaklardı. Neden başladılar? Anı yaşamakla. Nasıl devam ettiler? Anı yaşatarak. Nasıl devam edecekler? Cevabsız kalan tek soru bu. Anılar mı bitti? 

Kadın:   Ne okuyorsun?
Erkek:  İlk tanıştığımız gün okuduğum kitabı.
Kadın:  Ben hiç sevmem okuduğum kitapları tekrar okumayı.
Erkek:  Ben ilk günkü halime dönmek için yeniden okuyorum. Beni bu ilişkiye neyin tetiklediğini anlamak için okuyorum.
Kadın:  Korkuyor musun?
Erkek:  Dibe kadar yüzmedik mi zaten?
Kadın:  Dipten değil, sahile yüzmekten mi korkuyorsun diye kast etmiştim.
Erkek:  Bilmiyorum.

Kaybetmekten korkan ve bu korkularını en çok bir birinden gizleten iki kişinin, şu an kaybı beklemesi ve sonra şu kaybı atlattıklarına kendilerini nasıl kandıracaklarını  şimdiden tahmin etmeye çalışmaları  ikisini de kesintili konuşmaya mecbur ediyordu.  Bazı şeyleri anlamak ve bir birlerine anlatmak için fazla büyümüşlerdi. Fakat çocuk gibi de davranmak istemiyorlardı. Hangisi daha önce kaçsaydı? Daha önce çekip gitseydi? Daha önce diğerini özlemiyle mücadelenin koynuna atsaydı? 

Kadın:  Ben çıkıyorum. 
Erkek:  Bakkala mı?
Kadın:  Hayr.
Erkek:  Gidiyor musun?
Kadın:  Hayr. 
Erkek:  Bekleyece..
Kadın:  Kitabı bitirirsin.

Bekleyeceğim diyemedi. Söyletmedi o da. Kaçıyor muydu acaba? Bu gün mü? 

Erkek:  Sen misin?
Kadın:  Kitabı bitirdin umarım.
Erkek:  Evet. Elindeki ne?
Kadın:  Kitap.
Erkek:  Neden aldın?
Kadın:  Kaçmak zorunda sen kalma diye. Sen bunu bitirene kadar, ben giderim. Henüz hazır değilim. Sabah çıkarken, kaçacaktım. Bir daha geri dönmeyecektim ama işte, gelecek iplerimizi koparmak için ellerini uzatsa da, bana ulaşamadı  daha.

Erkek:   Hiç değişmemişsin. Böyle bir  anda bile en az acı çeken taraf sen olmak, an az zararla sen kurtulmak istiyorsun. Neden ben zor durumda kalıyor muşum önce gidersem? Önce kaçarsam?  Neden senden önce ben senden   kurtulamıyor muşum?

Kadın:  Sen yapamazsın. Yine geri dönersin beni aç bıraktığını düşünerek. 
Erkek:  Sen aç kalır mısın? Sadece sana iyi geldiğini bilsen, kalırsın. Sen... Hayr. İlk ben gideceğim.
Kadın:  Git.

Aylar önce  iki yabancı bir birinin hayatına akışmışlardı. “Birinci kişi”(erkek)   “ikinci kişiye” (kadına)  mezuniyet zamanı yurtdışından ülkesine geri döndüğünde küçük fakat çok huzurlu bir ortamı olan kafede rastlamıştı. Kadın önündeki satranç tablosunu dikkatle izleyerek  ara-sıra bardağındakı  kırmızı, galiba vişne karışımı olan kokteyli yudumluyordu.  Masalar bir birine yakın yerleştirildiği için birinci kişi (erkek)  onunla oynamayı kabul etmesini teklif etmişti. İkinci kişi  birinci kişinin kumral saçlarından ve gözlerindeki ifadesiz donmuşluğun derinliğindeki kristalden etkilenmişti. Fakat yüzündeki hiç bir ifadeyle bunu yansıtmamış ve birinci kişinin teklifini redd etmemişti. 

Kadın:  Satranç konusunda kendinizden eminsiniz galiba?
Erkek:   Evet.
Kadın:  Kaybedeceğimden de emin olmalısınız o zaman?
Erkek:  Evet.
Kadın:  Nerden doğuyor şu özgüven ve tanımadığın birinin kaybını öngörmek becerisi?
Erkek:   Askeri eğitimin etkisi olmalı her halde.
Kadın:  Beni düşman yerine koyarak mı yargıladınız? Gözleminizi bununla mı özetliyorsunuz?
Erkek:  Gözlem yaptığımı nerden çıkardınız?
Kadın:  İyi oyuncu olmadığımı biliyorsanız, bana katılmadan önce oyunun gidişatını o kadar da iyi hesaplayamadığımı fark etmişsinizdir. Biliyorum,  kendi kendimle oynuyorum, kazanan  ve kaybeden taraf da ben olacağım diyeceksiniz, ama yine de siz bir şekilde fark etmişsiniz benim iyi oyuncu olmadığımı.
Erkek:   Askeri eğitimin etkisi diyelim.
Kadın:   Askerden yeni mi geldiniz?
Erkek:   Subayım ben. Vatana hizmet devam ediyor.
Kadın:   Kokteyl alır mısınız?
Erkek:   Neden olmasın?

Tanışlıkları böyle yol almış, isim sormadan, şahsi bilgiler detaylı şekilde araştırılmadan, geçmiş soruşturulmadan, sırrlar öğrenilmeden bir birini tanımaya, öğrenmeye başlamışlardı. Bundan sonrakı hayatlarını bir birlerinin yazdıklarıyla dolduruyorlardı, nerede duracaklarını, kalemin nerede durmak isteyeceğini bilemeden, beklemeden bir birlerine yaklaşıyorlardı. 

Erkek: Kaç yaşın var?
Kadın: 24
Erkek: İyi ki, sormuşum.
Kadın: Neden? 
Erkek: Neden hala evlenmedin diye soracaktım.
Kadın: Peki ne değişti fikrini? Belki çok erken evlenmiş bir kadınımdır.
Erkek: Hayr.
Kadın: Neden?
Erkek: Ya, her soruya cevap bula biliyor musun? Yok işte. Evli değilsin. Olmamışsın hiç. 
Kadın: İyi de, senin böyle düşünmeni sağlayan nedeni merak ediyorum.
Erkek: Yüzünün gülerken aldığı ifade.
Kadın: Nasıl bir ifade bu?
Erkek: Masum.
Kadın: Emin misin?
Erkek: Evet.
Kadın: Evlenirken kaybediyor muyuz masumiyeti? Belki daha bir masumiyet  kazanıyoruz?
Erkek: Ben evliliğe de, onun kazandırdığı ikinci bir masumiyetin olacağına da inanmıyorum.  İnsanlar mutlu olup olmayacaklarını kestiremeden, evlilikte  onları mutlu edecek şeyin ne olduğunu bilemeden evleniyorlar, biliyorlarmış gibi bir tavırla.
Kadın: Her kes mi?
Erkek: Çoğu. 
Kadın: Onlardan sana ne? Sen niye evlenmiyorsun, bu arada? 27 yaşındasın.
Erkek: Ben seçimini çoğunluk içinden yapmak zorunda olan biriyim. Hem ben hayatımı dolu dolu yaşamak istiyorum. Kağıt üzerinde imzam olmadan da seçtiğim kişiyi mutlu edemez miyim? Yani bu yasak mı, günah mı?
Kadın:  Askeri eğitimin etkisi.
Erkek:  Hayr. Bu onunla alakalı değil. Her şeyi de ona bağlama, lütfen.
Kadın:  Peki sence seninle imzalar olmadan yaşamak istediğin hayatı paylaşan olacak mı?
Erkek:   Hayr. O insan hep kendisini evlilikle sigortalamak ister.
Kadın:  Peki neden? Sen onun neyi kaybetmekten korktuğunu bilmiyor musun?
Erkek:  Biliyorum. Ama o insan isterse, ben ona hiç bir şey kaybettirmem, ondan ona çok değerli olan hiç bir şeyi almam.
Kadın:  Peki hep sen ona çok değer verdiğin şeylerden parçalar harcamış olsan, ondan yarısı karşılığını bile almasan, bir gün nihayet ondan kaybetmekten korktuğu şeyi almak istemeyecek misin?  Peki sen bu isteğine kavuştuktan sonra, onu ne ile sigortalayacaksın?
Erkek:  Mutlulukla. Ben mutlu olmayı ve mutlu etmeyi seviyorum. 
Kadın:  Mutluluk bile kendini iyi tanımıyorken, sen ona nasıl sahiplenmişsin böyle? Ki başka birini de onunla sigortalıyorsun?  Ya işe yaramazsa? Ya    kayıplarıyla ortada kalıp, ayıplarını gizlemek çabasıyla sürerse kalan ömrünü?  Yani çerçeveye sokmadığı mutluluğu  yüzünden, toplumun onu ayıplarıyla birlikte çerçeveye mahkum etmesi senin yüzünden olmaz mı?
Erkek:  Hayr. Ben o insana sahiplenirim. Onu ortalıkta bırakmam.
Kadın:  Anı yaşayan biri misin?
Erkek:  Evet.
Kadın:  Peki anın tadını nasıl çıkara biliyorsun, bu kadar güçlü sahiplenme duygun varsa?
Erkek:  Senin soruların... Sen var ya... Hakikaten senin sorularını hep merakla bekliyorum. Hatta en vahşi tutkularımdan  bile daha çok heyecanlandırıyor beni, her an senden cevabını tahmin edemediyim soruları  beklemek.

Sorularının altında gizlediği, fakat cevaplarından kendinin bile emin olmadığı noktalardan kaçarak kadınla erkek anı yaşamaya devam ediyorlardı. Bir birlerine dokunduklarında hissettiklerini kelime kullanmadan bir birinin beynine aktarıyorlardı.  İkisi de hakikati görecek kadar büyümeyi kendilerine yasaklamışlardı. Geçmiş yine yok, belirsiz. Gelecek yine soru. Şu an ise yaşanmaktaydı. Gözlerini kapattıkları korkuyla, devam ediyor, akıllarında bir birlerinden gizli tuttukları tek bir soru vardı: neden bu yaşananlar hakikatten kopmuş, onun bir parçası olamaz? Hakikat olamaz?

Belki biri geçmişten, diğeri de gelecekten kopub gelmişti? Peki bir arada bulundukları zamanda nasıl geride bıraktıkları farklı zamanları birleştirebilirlerdi? Belki ikisi de aynı zamandan kopub gelmişlerdi? Peki bir birlerini bu kadar iyi anlarken bir birlerinin canını unuttukları zamanla nasıl acıta bilirlerdi? İkisinin de görmediği bir tek soru vardı: Peki can acımadan ulaşma  çabasında bulundukları hakikate nasıl erişilirdi? 

Kadın: Hiç dahi olduğunu düşündün mü?
Erkek: Evet.
Kadın: Hiç yanıldığını düşündün mü?
Erkek: Dahi gibi yaşamaya can atmadım ki.
Kadın: Ne yaptın o zaman?
Erkek: Bana yetecek kadar yaşamaya ve kazanmaya çalıştım.
Kadın: Yetti mi?
Erkek: Bazen evet.
Kadın: Hala yetiyor mu?
Erkek: Kazanmaya çalışıyorum.
Kadın: Nasıl?
Erkek: Kendi kurallarımla. Kendimi harcamadan. 
Kadın: Kendinden de mi harcamadan?
Erkek: Bazen harcarım kendimden.
Kadın: Kazandırır mı harcadıkların?
Erkek: Bazen.
Kadın: Hiç oldu mu?
Erkek: Ne?
Kadın: Bazen öldüğün?
Erkek: Bazen ölünür mü hiç?
Kadın: Ama bazen yaşanıyormuş?
Erkek: Yapma! N`olursun?! Sen hep beni sorularınla heyecanımın en yüksek noktasına taşıyor, orada bana en heyecanlı soruyu soruyor ve sonra... Sonra sanki bir şey oluyor. Ben ne yükseldiğim yerden inebiliyorum, ne de daha çok yükselmek için sana cevap verebiliyorum. Bu heyecanımla en çok sahiplenmek istediğim kişi sen oluyorsun. Farkındasın, değil mi?
Kadın: Farkındayım. 

Böyle konuların devamı hep kelimesiz kalır. Hep gözler, eller, nefesler konuşur ve onların konuşması uzun süre kelimeleri gizletir. Gizli kelimeler hakikati gizletir. Zaman da gizli kelimeleri unutturur ve hakikatin izini kaybettirirdi. 

Ama bir gün, yalanın  ayaklarının kırılacağına ikisi de inanıyordu. Kaçsalar da, inanıyorlardı. Bir gün umutlu birinden “mutlu” birine değil, umutsuz birinden “mutsuz” birine döneceklerine inanıyorlardı. “U” harfinin “umutlu” kelimesinde kaybını şimdi, “umutsuz”  kelimesindeki kaybını gelecekte yaşayacaklarını biliyorlardı. Ama “umut” dört harften ibaret, aslında çok uzun bir kelime. İnsanın  sadece iyiliğini değil, kötülüğünü de kendi kucağına alır, insanın açılmış yaralarını değil, açılacak yaralarını bile şimdiden iyileştirir. Hangi yalancı balsamdan kullanıyorsa, artık... Bilemeyiz. Onlar da bilgisizlerdi bu konuda. 

Kadın ve erkek - umudun beslendiği iki aç gönüllerdi. Onlar yalnızlıklarını bir biriyle aldatmış ve buna “umut” ismi vermişlerdi. Umut onları hakikat yerine sunduklarıyla aldatmış ve buna “yalnızlık” ismi vermişti. Oysa, yalnızlığın umuttan da, hakikatten de haberi yoktu. O (yalnızlık) geçmişte doğan bebeğin, nasıl belirlendiği belirsiz bir hakikatin götürdüğü gelecekte yaşıyordu. Geleceği ortak belirlenen geçmişin, iki çocuğunun dünyaya geldiği hakikatinden haberi yok muydu kimsenin? Onların karşılaşacağından hakikat kendisi bile  habersiz miydi? 

Kadın: Ne oldu, biliyor musun?
Erkek: Hangi konuda?
Kadın: Bize ne oldu, biliyor musun?
Erkek: Aşık olduğumuzu tahmin ediyorum.
Kadın: Biliyorsun ama tam değil.
Erkek: Neyi görmezden gelmişim?
Kadın: Zamanı tekrar aynı konuda kendi kurallarımızla döndüreceğimize  inanamadık.
Erkek: İnana bilir miydik? Tabiat da, zaman da insanoğlunun onu yeneceğine  insanoğlunu hiç  inandırdı mı?
Kadın: Fakat karşı koya bildiği, ön görebildiyi bazı bilgilere ulaştı insan. Bir şekilde onlara meydan okuya bildi.
Erkek : Yendi mi?
Kadın: Yenemedi mi?
Erkek: Biz neyi karşı koya bildik: aşık olmayı mı, kaçmayı mı? 
Kadın: Hiç birini.
Erkek: Demek ki, çoktan yenilmişiz.
Kadın: Ben yenilgiyi kabul edemem. 
Erkek: Bu kabullenmezliyin sayesinde devam edebileceksin zaten. Devam edeceğiz ayrı ayrı çığırlarda yürüyerek. An  bitti.
Kadın: Anımız bitti. 

1 comment: