June 28, 2025

Merhaba Dostum!

Ölümüne yaşıyoruz şu hayatı, Oliverciğim! Yani ölüme varana kadar. Şu parantez açmaları hiç sevmem, ama şu yaşama bakar mısın? Mutluluktan mı, mutsuzluktan mı dersin, kalbimiz durabiliyor. Ağır tazyikli bir mutluluk o göğüs kafesine darbesini indirince, kalp yılların acısını bir anda nereye kaldıracağını bilemeden durabiliyor. Yada hiç o kafese uğramayan mutluluğun hasretiyle nasıl başedeceğini bilemeyen kalp yine durabiliyor. Çünkü biz yıllarımızı ölüm için harcıyoruz. Ve tabii ki, onlar bize haktan bahsederken anlamayacağız. Yaşadığımız şeyin ismini başkalarından duyacak halimiz yok ya! Biraz eğlenelim dedim, o kadar… Uluslararası Batı cephesi… Omuzlarını testereyle ayıran Doğu cephesi… Hepsinin savaşında kaybolan İnsanlığın yasını tutan bir avuç insan…Elimde değil, onları düşünmeden edemiyorum. Tanrı’nın uğradığı ihanetlerin muhasebecisine dönüşüyorum. Ölmeden önce son şakam bu olsun. Sonra dahaçok şey paylaşacağım seninle… Nehir balıkları komployu çözüp oltaya gelmeyince elektriği işe nasıl alet ettiklerini anlatacağım sana mesela… Kuzenlerim mahallemizden akan nehirden ilk kez büyük balık yakaladılar… Oltayla tabii. Bana uzattı kuzenim ve leğene atmamı istedi. Yüzünde anlatamayacağım bir gurur tecessüm etmişti. Ben de hep onlarla balık yakalama macerasına koştuğum için onlar kadar sevinçliydim. O zaman son bir kez nehir suyuna veda etsin diyip avuçlarımı suya uzattım. Kuzenim beni uyarmaya fırsat bulmadan o balık avuçlarımın arasından kayıp gitmişti. O gün bugündür tam olarak mutluluğun ne olduğunu çözemiyorum. Bir çoklarının açısından düşünürken kapana düşmüş gibiyim. Yani dostum, ölümüne yaşıyoruz derken, biraz eğlenelim dedim… Söğüt ağaçları çiçek açar mı? Bak bunu hiç sorgulamamıştım… Seni oraya yerleştirdiğime göre cevabı da sen verirsin artık…

June 25, 2025

Merhaba Oliver!

Sen bizim gezegenimizdeki bağışlayan ve unutan bir avuç insanın kaç kere ihanete uğradığının şahidi olmuşsundur artık. Diğer gezegenleri bilemem ama buradaki gözlemin tüylerini ürpertti mi hiç? Ben bağışlayan ve unutan Tanrı'nın gezegenimizle ilgili ne düşündüğünü doğrusu çok merak ediyorum. O sırada soğuk bir esintinin omuzlarımdan süzülerek ıslak zemine karıştığını ve ayaklarımı dondurduğunu hissedebiliyorum. Hayalimde canlanan (canlanamayan) sabrın sınırlarına ulaşmanın ne kadar kolay zannedildiğini görünce küplere binmiyor da değilim. O bir avuç insanın sabrı onlara ne yapıyor mesela, biliyor musun? Yükü kalplerinden alır zihinlerine taşırlar, erişemedikleri kemalin ıztırabını yaşarlar, ufak bir ışığa elleri uzanınca kendi kendilerini alkışlarlar, tebessümleri tüm akbabaların kanatlarını yakacak sıcaklıkta yayılır suratlarına, göz bebekleri o yıllar yılı önce ölmüş yıldızların ışığı gibi parlamaya başlar ve tabii ki, sabahın erken ışıklarında kaybolup gider. Avuçlarında kendilerini alkışladıkları anın tozu kalır. Bu kadar küçük beyni taşıyarak bağışlayıp ve unutacak kalbi büyütebiliyorlar ise, bahsedilen Tanrı'nın geriye kalanlarla ilgili yaşadığı hayal kırıklığını düşünemiyorum. Aslında kuşkucu da sayılmam. Soru sormaya geç başladım. Kimseyi rahatsız etmemek için yıllardır kendi kendime konuşuyordum. Bir anda seni ana karakter yapıp, etrafını söğüt ağaçlarıyla, renkarenk çiçeklerle, sakin ama dalgalı akan pınarla süsleyip sahneyi kurdum. Şimdi kelimeleri istersem soru, istersem cevap kılığında süs gibi kullanıyorum. Lütfen, keyfini çıkar... Bu gezegende ismine rastlansa da, sana sunduğum bu sahneye rastlanmamıştır... O yüzden sık sık konuşmuyorum. Doğa'nın tadını çıkaracak zamanı tanıyorum sana, dostum..

June 16, 2025

Merhaba Oliver!

21.06.2025 Doksanların denizin dibinde doğan neşeli çocuklarıydık. Oysa içimizde bir yerlerde hep “yaz tatilinde ya bizi denize götürmezlerse” korkusu vardı. Çünkü biz çizgi filmlerini bekler, büyükler haberleri izlerdi. Çünkü hep birileri birileriyle anlaşamazdı, hep bi savaş tehdidi vardı, hep bi çaresiz umut vardı.. Garip bir aurası vardı doksanların… Her neyse, Oliver. Hazar denizi kadar büyüleyici bir deniz yok sanırdım, büyüdüm Kara denizde kendimi Hazar’daki kadar çocuk hissettim. Bir anlık. Bir de büyüdüm, ben haberler izlerken çocuk çizgi filmi diye ısrar etmeye başladı. Sanırım doksanlar tepetaklak olup, sabırla biriktirdikleri umudun yüz bin parçaya ayrılıp cam gibi içlerine dağıldığını hisseden nesil oldu. Mutlu çocukların kutudan izlediği renkli çizgilerin yalan, mutsuz çocuklara gerçekte yaşatılan savaşların anlamsız olduğunu, savaşın renginin kırmızı değil, aslında renksiz olduğunu farkedince anladım. Ama yine de bir tarafım o renkli çizgi filmlerine eğilmiyor değil…Dağılan umutları biriktirme peşinde bir tarafım. Aslında ne düşünüyorum biliyor musun, Oliver? Her kadın kendisini bir erkekten daha çok sevebilir, her erkek de kendini bir kadının onu sevdiğinden daha çok sevebilir. Tüm bu bencilce yapılan hamlelerin sebebi acaba bu salakların hiç birlikte dans etmemesinden mi kaynaklanıyor? Onlat gök yüzüne hiç bakmıyorlar diye mi, yaptıkları şeyler yıldızları çocukların başına yıkıyor? Belki de doğdukları yerde hiç deniz yokmuş, belki de bir balıktan korkmuş denize küsmüşler? Anlayamıyorum ki, düşmanlıklarını…Ah benim rasyonel Oliver’im! Haklısın belki de. Tüm bunların hepsi tercih meselesi olabilir. Yada uydurma. Hayır, Ay’a bakıp hiç mi hayal kurmadı bunlar çocukken? Pes etmiyorum farkındayım

***

16.06.2025 İçimden bir ses diyor ki, yaşlanınca merdivenlerden bizi hızla geçmeye çalışan gençlere çok uyuz olacağım, Oliver. Kıskançlıktan mı dersin? Bizim acelemiz olsa da, son nefesimizi vermeyelim diye “neden acele ediyorsunuz ki?!” diyip geç kalmış olsak bile bir anlayış sergilenecektir. Ah, canım çok sıkılacak, Oliver. Bütün hayatı bir gün geç kalabilelim diye harcamış olacağız, başa sarılmışlığı gençlerin aramızdan ukalaca geçerkenki, hızında göreceğiz. Minik, elle tutulamayan bir an…Toplasan bir ömür, ama eller, ayaklar tutmadıktan sonra can çekişmesiyle karışık bir cehennem olacak. Yaşlıyken de düşünceler eteğimi bırakmayacak. Bunu biliyor. Şimdiden harcamaya başladım kelimelerimi. Belki yaşlanırsam, yakamdan düşmüş olurlar… Nasihatleri yapay zeka dağıtacağına göre, bizim işimiz kafamızdaki şifreleri çözmeye kalacak…Ona da kelime lazım… Hayır, kurtulamayacağım, Oliver.Asla kurtulamayacağım…

***

08.06.2025  “Bu hayat bazen acımasız olabiliyor” derler ya, Oliver, sinirimin tavan yaptığı anlardan biridir. Bu hayat zaten acımasız. O gün sana değil, ona, ona değil, bana, bana değil onlara, illa ki, birisine şu hayat acımasızca davranır. O yüzden kimse artistlik yapmasın, sevgisini alsın, dünyaya dağıtsın diye dilenirken herkes bize saftan tutmuş salağa kadar bin çeşit etiket yapıştırır. O miniğin kalbindeki acıyı ve karanlığı, sen farkında olmadan başını okşarken tarih yazıyorsun, farkında değilsin. Nesimi’nin derisi soyulurken, Güneş’in gürubuyla eşleşen sessizliği doğuran sakinlik de bu sebeptendir ki, harcamış koca dervişi…Sana ne zararı vardır, bu garibanın dersin, diyemezsin… Senin çağına yolunu bulan o kadar yalan vardır ki, içini gerçek gibi ısıtırken, vicdanın bocalanıp duruyor. Belki de hiç bocalanmıyor. O da var yani… O yüzden Oliverciğim, bizim içimizde kaynayan kazan, hazırladığı çorbayı bize içirir, dış dünyanın ağız tadını bozan tatlara karşı bi cacık yapamaz…Bu dünya acımasızdır. Benim başım okşanırken, senin saçın yolulunca, ben sana bir avuç saç bile borçlanabilirim. O kadar geniş dağıtılmış bu nur…

***

07.06.2025 Bi’ geyiğin gözümüzün içine bakar gibi baktığı duvar halısını hatırlıyorum, mesela. Bir düğün için mi, cenaze için mi gittiğimiz uzak bir akraba evinde asılıydı. Uyurken şu geyiğin muhtemelen özgüveninden etkilenmiştik. Masal dinlesek de, uyumuyor onu inceliyorduk. Oysa ertesi gün bir daha o halıyı ancak filmlerde görecektik. Ne hikmetse, filmlerde bu dikduruşlu geyik, hep fakirin evinde durur. Oysa bir günlük misafir olduğumuz evi aklımızda tutan tek şey o geyikti. Ne o evin zenginliğinin, nede fakirliğinin farkında bile olmamışız. Ne şahane geyikmiş, değil mi, Oliver? Sen al, minik çocukların tüm dikkatini çek kendine, eşleştir onların bilincini hayal dünyasıyla, inandır onları kafalarının içindeki servetin gücüne, sonra yıllar geçsin, bu çocuklar halen daha büyülediğin zihinlerinin içinde sıkışıp kalsınlar. Sen şimdi mutsuzlar mı diye sorar işin tadını kaçırmazsın, değil mi Oliver?! Çünkü omuzlarımızın kafamızdan şikayeti olmadığı sürece, biz içindeki geyiği taşımaktan gocunmayız… Her neyse, birden öyle aklıma geldi de…

***

22.05.2025 Biz ne deriz biliyor musun? Gönül yakın ama menzil Ay’dan uzak deriz. İçimiz içimize sığmıyor demek bu, Oliver. Bin çeşit kalıbı sırf biz o =‘ten (eşittir’den) sonrasın ulaşmayalım diye üretmişler gibime geliyor. Onların uç noktaları kabarırken, bizim şu gariban zihniyetimiz hangisini kurtaracak diye dokuz takla atıyor. Oysa bizde kabaran zihniyet hepsini aynı anda kurtarabilir. Dinleseler, sarılsalar, konuşsalar… Bu fiilerden hiç biri dünyamıza neşe katmıyor, dostum. Biz ne biçim olduk böyle ya?! Sorularımız çok, cevaplarımız çok, orman kanunları geçerli, edebiyat güçlü, herşeye rağmen birşeylerden yoksunuz… Yok muyuz, yok mu zannediyoruz, onu bilemiyorum işte… Düşmanımın bile ölümüne “selametle git” diyesim var. Daha ne yapacağız ki? Ne öldürmeye, ne güldürmeye, ne ağlamaya, ne çektirmeye doyamadı hiçbiri… Oysa ben burada boynunu büken söğüt ağacı gibi (hiç ağac değilmişim gibi)  bunların hepsine gülüyorum ya Oliver😂… emojilerin duyguları ifa ettigi saçma sapanımsı bir dünyadan yazıyorum sana… Ne güldük be, dostum. Nadide bir küfürle günü kapatalım.

***

16.04.2025 Yine ağaçtan, sudan, topraktan bahsedesim geliyor, Oliver. Ama konuyu değiştiresim de var. İnsanoğluna değinmeden edemiyorum. Gerçek satranç oyuncuları hariç, herkes kendisini satranç tahtasında zanneder bizim dünyamızda. Herkes mat yapmak peşinde olur. Oysa eminim ki, hepsi aslında dama tahtasındalar. Ulaşacakları en büyük zirve dama olmak. Bilinçsizlik damanın kulağa “Şah” gibi haşmetli gelmediğinin farkına varmaya engel oluyor ve dama olur olmaz sürünmece başlıyor. Ki, tabii bunun da farkına varmak zor. Diğerlerinden farklı veya yüksek olma bilinci yetiyor damalara. Birisi neden satranç gibi bir oyun icat eder ki? Bunu çok düşündüm, Oliver. Gerçekten zor ve uygulamaya konulmayacak kadar riskli bir oyun. Belki de gerçek oyuncular o yüzden kafayı bir kere taktılar mı, bir daha kaldıramıyorlar. Ve meydan dama “satrançör”lerine kalıyor… Tabii bu ismi de ben takmış olayım… Acaba lügatin kaç kuralını çiğnemiş bulunuyorum bu icadımla? Gülme ama satranç gibi bunun da cevabı bende yok… Belki ben de yokum. Sonuçta ayağımın tahtaya bastığını asla hissetmedim. Konuyu rüzgara,ağaçlara, nehirlere ve hatta doğal afetlere bile  döndürebiliriz şuan.Amaç hasbihal etmekti, değil mi dostum?!

***

02.04.2025 Benim saçmalıklarım onlar için saçmalıktır. Budanan bir ağacın gölgesinin olmamasından şikayetçiler, Oliver. Ağacın bunu açıklaması mı saçmalık, yoksa derdini anlatamadan;  ona iyi gelecek diye budanması mı? Belki de tüm bunlar değil saçmalık, bu soruları sorduracak dünyada yaşıyor olmamızdır çorabın ipini çeken? Ben karanlıktan korkmam, gözlerimi kapatınca renklerü boyadığım yine aynı karanlıktır. Sonra da yok efedim, siyah bükülmezmiş. Hep hikaye. Hikayeler de hayal gücüne bağlı. Arkadaş, hiç mi çocukken uykudan kaçmak için duvardaki halının desenlerinden tutunmadınız? O zaman bir işe yaramamış mıdır? Dönelim bu soruyu da saçmalaştıran dünyayı oluşturan maddelere… Hava, ateş, su, toprak derkene… Nevruz’u kutlayan bir ülkede doğmuş olmak. Su çarşambası denen gün nehirden su almaya giden çocuğun diğer çocuklar tarafından köprüden atılan torpillere karşı gittikçe duyarsızlaşması kadar saçma bir Nevruz’suz gelecek var mıdır? Beni budanmış olmaları sıkmıyor, Oliver… Beni delirtiyorken, sorumluluğunu aldığım  şeylerin küstahlığı beni bitiriyor.


***

22.03.2025 Öyle ki, Oliver, kelimeleri kullanıyorlar, anlamını bilmiyorlar. Terimleri biliyorlar, anlamını bilmiyorlar. Hayır, tabii ki, sorsan açıklayacak kapasitedeler ama o masum kelimelerin ne kadar itici enerjisinin olduğunun farkında değiller. Köklü bir ağaç gibi davranmıyor, yağmurdan sonra çıkan mantarlar gibi zehir salıyorlar. İstedikleri şeyin anahtarı yok, kontrolü yok, deliği yok. Çünkü karanlık. Onlara ait bir karanlık. Ben ağaçla birlikte köklerine indim, toprağın altına gömüldüm ama ölmek için değil, canlılığın kaynağını bizzat hissetmek için. O yüzden susuyorum. Konuşurken nefes almadan anlatıyorlar ve hiç tökezlemiyor dilleri. O kafadaki filtre ne ara işini yapıyor, anlamış değilim. Belki de işini yapmadığı için çene tüm gücüyle harekete geçiyor. Nerden baksan, suçluyuz. Filtresiz kontrol nasıl olur ki? Kulak en iyi sensör nasıl olur ki? Lisan karanlığın içinde nasıl gelişir ki,  anlatacak ne bulur ki? Sadece bağırır. Bağırmak bir ifade şekli olabilir ama iletişim şekli olamaz… İletişim için önce beyni “bencillikten” kurtarmak lazım. Dürüstüm demek için entelektüel yeterliliğinin seviyesini tespit etmek lazım. Zeka sadece noktaları beş saniyede birleştirmek değil, tüm açılardan oluşan resme anlam verebilmektir. Hangi anlam elenirse elensin, soru - sen nelere kadirsin? Ama yok iki nokta kavuşunca çene yine acele ediyor… Bence bugün benim moralim bozuk değil. Aksine… Garip hissediyorum.

***

21.12.2024 Ateşler içerisinde alev alev yanarak limana doğru ilerleyen bir gemi vardı. Varamaz ki, yanıyor en iyi ağacın en sağlam ürünü. Ama şu gövdesinin suya gömülmüş tarafı saniyelik bir teselliyle o limana varacağına inanıyor. Tabii ki, varamıyor ama küle dönmesi o kadar kolay oluyor ki. Bihuş bir gemi… Evet, Oliver… Bu dünyayı çok güzel donatmışlar. Fani demelerinin sebebi de muhtemelen her geminin önünde sonunda alev alarak perişan olacağını bildiklerindendir. Ama neden alev alsın ki? Bir tek bu soruyu kimse sormuyor? Soranlar da ilk akıllarına gelen saçmalıklarla tüm gemilere talimat vermeye çalışıyorlar… Öyle olmuyor işte… En sevdiğim tepkim bu. Bak ben de “peki nasıl oluyor?” sorusunu cevaplamadan sallıyorum. Taktım bu aralar ağaçlara… Hayır, hayatım boyunca bir kez ağaç ektiğim var, onu da çocuktum, kopan incir dalını toprağa dikmiştim. Ne hikmetse, tutmuştu.Kendimle övünürken dedem hiç sesini çıkarmamıştı. Günlerden bir gün başka bi konu arasında babaannem “İncir yüzsüz ağaçtır, her koşulda tutunur toprağa” demişti. Bunu duyunca dünyam yıkılmıştı dememi bekliyorsun belki, ama hiç gıkım bile çıkmamıştı. Sonuçta ikisinin farklı tutumuyla dengenin formülünü çözmeye başlamıştım… Belki de bu yüzden ne isyan ettim, nede boynumu büktüm. Her halde konunun başındaki alevler de canımı o yüzden sıkıyor. Ağaçlara bir şey olmasın derken, gemilerin yanmasını da gönlüm istemiyor. Denizleri ve okyanusları koruyalım bari… Oliver, sanırım ben bizimkileri özledim…

***

14.12.2024 Kimyamız hüzne eğilimli, Oliver. Aşırı mutluluktan bile hüzünlü bir şarkı eşliğinde vaz geçebiliyoruz. Ah, canım benim, sen henüz “arsızlığın” ne demek olduğunu bilmiyorsun. Bahse konu o değil. Şuan melankoli ve mutluluk arasında volta atarken, sana söğüt ağaçlarından, çocukluğumuzun ihtişamlı ağacı olan dut ağacından bahsetmek istemekteyim. Ne yıpratmışızdır o dut ağacını. Yediğimiz 3-5 tane kara dut, ellerimizin rengine gel… Övünüyor muyduk, asla. Normalimizdi bu. Rahmetli anaannem geldi aklıma. Derdi ki, ileri gidersen kurnaz derler, geride kalırsan aptal. Dutla aynı dönemde aklıma neden kazındığını bilmiyorum. Oysa alakasız hatıraların flashback’leri bunlar. Sözüm ona ki, normale ayak uyduramadığımızdan beynimiz sürekli seninle konuşmak için sebep arıyor. Yoksa bu gidişle normal beynime nasır tutturacak. İstemiyorum, dostum. Monotonlaşamaz bu hatıraların sahibi… Durduk yere ölümle yaşam arasında çizgi çizerek filozoflaşanlardan olmak istemem… Bu arada, sen İlahi demokrasiden haberdar mısın? Ben onu da çözdüm. Bir sonraki hasbihalde onu da fısıldarım sana. Haketmeden konumunu alan noktalara bırakıyorum seni… Bugün melek değilim, Oliver.

***

26.11.2024 Çok sakindim aslında coşkuyla savunurken gerçeklerimi. Önce onlar silikleşti, tartılamaz hale geldiler benim için, süzgeçime düşemeyen parçaları oldu, zamanla değişmişler gibi geldi bana. Yıllar geçti… Farkettim ki, önce ben, sonra onlar boğulmuş. İçimde, derinde ve karanlık bir yerde birlikteymişiz aslında. Alışmışız karanlığa ve birbirimizin elinden tutmuyoruz artık ışığa çıkmak için. Bizim bir sorunumuz var, Oliver. Ama ben ne olduğunu ifade edecek kelimeleri hala bulamıyorum. Arıyor muyum? Hayır, daha çok kelime bulup daha çok gömüyorum bizi. Bir pınar, bir söğüt, bir kaya parçası yeterli olabilir rus yazarlarının karamsarlığına bürünmem için. Dört duvar, kafamın içindeki sesler, bir dolu kadeh ise Heminguey’in “kulak en iyi sensördür” tavsiyesine değil, kendisine uymam için yeterli olabilir. Bir de içimizden kopan kahkahalar, sevgi yansıtan acemi bir tebessüm vardır bizi bir anlığına bu girdaptan çekip çıkardığına o anda inandığımız. Tam kanıya varacakken bölüyorlar, dostum. Alem edip gallem edip seni günlük hayatın yapay dertleriyle “eğlendiriyorlar”… Neyse, Oliver. Şimdilik noktalarla kal…

***

02.11.2024 Bu Dünyayı yakıp herşeyi geride bırakan kaç düzine  insan var ve ne hikmetse, hepsini tanıyoruz Oliver. Hiç birini sevmiyorum biliyor musun? Geride bıraktıkları için değil, yaktıkları için. İkiyüzlülüğü sevmiyorum ben, mantık barındırmıyorsa. Öyle kül etmek kolay, kafanın içindekinden sen kurtulamayacaksın da,geridekiler neden aynı şeyi tekrar yaratsınlar ki? Sonuçta hiç bir kitap yazılmasa bile, genler kodlanıyor…Ben hepsiyle papazım Oliver. Hayat bana güzel demen lazım senin tabii,istediğini bulmuşsun de bana. Ama bu iş biraz da böyle da anlattığım gibi değil. Biliyor musun, tek sorum şu: Alaaddin’in lambasından çıkan Çin’le, Nuh’un gemisinden inen her hangi bir canlının farkı ne? Bu espriyi birisi bana irdeleyerek anlatsın. Malım ben, Oliver… Haydi gülelim de ortak noktamız patlak versin…

***

Onlar sahraların olmayan güllerinin hasretinden bahsederler, biz o kadar uyanmışız ki, Güneş’in tüm ateşiyle yaktığı o örtüsüz kum tanelerinin derdini çekeriz. Bu kum tepeleri asırların hangi sırlarının üzerine örtü olmuş sorusu aklımızdan geçer, yine de yakan Güneş’in kelebeğin kanatlarına neler yapabileceğini tahmin etmekle uğraşırız. Kelebeğin öyle bir fırsatı olmaz çünkü. Anlayacağın Oliver, aklımız göğe erdikçe, ayaklarımız neden yere daha sağlam basıyor biz de anlamıyoruz. Ceza mıdır, lütuf mudur bilmiyoruz. Kesin bildiğimiz hiç bir şey yoktur biz garibanların. Deryaların içerisinde susan balıkları anlayabiliriz aslında. Bilgi aklımıza nehirlerin suyu gibi aktıkça, biz onu süzüyor, süzdükçe de çok güzel boğuluyoruz. Ses çıkaran bazı canlılar var, gürültü yapıp kafamızı karıştırıyor. O kadar hayalperestiz ki, gaza gelip kelebeğe dönüşüyoruz. Yanıyor kanatlarımız, küllerimizden doğsak da uçamıyoruz. Bu gürültücü canlılar o kadar çok kelime bulmuşlar ki, duygularına bir süre sonra kendilerine onları aynı kelimelerle anlatınca, bir sıyırmışlık seziyorlar bizde…Kendimi bir gün o sahranın kum tepelerine bırakacağım… Ya yanarız, ya sırlara erişiriz…Her şey kum tanelerinin mikroskopik bilincine bağlı…

***

11.10.2024 Şu lalelerin güzelliği duruşlarını ne kadar mağrur yansıtıyor, Oliver. Beş dakika sonra dikkatsizin teki üzerine basıp geçecek ve anlamayacak bile güzelliğin üzerine nasıl bir karanlık indirdiğini. Bir de bize bak, nur topu gibi çocukluğumuzdan “koruyarak” geride bıraktıkları çirkin insanlarız. Hep korudular bizi biliyorsun. Vay efendim, yağmurda dışarıda oynama, tanımadığın insanlara selam verme, akşam ezanından önce eve gel, beş gram saygıyı haketmeyecek fakat sadece yaşta büyük olduğu için saygı bekleyen kişilere saygı duy falan da filan. Anlıyorum, doğrusunu yapmışlar belki de. Ama kolumuz kanadımız kırılmış ya, Oliver. Yürüyoruz, uçamıyoruz. Zıplayamıyoruz bile. Çekmişler bizi mütevazı bir karanlığa, gözlerimizi görmeye alıştırmışlar. Şimdi hem o gülü görüyoruz, hem akibetini tahmin ediyoruz, bilinçaltı da kabuğumuza çekip duruyor. Ağaç etmişler bizi anlaşılan. Gölgemiz olacak, çünkü onlara lazım. Kökümüz olacak çünkü onlara lazım. Meyvemiz olacak, çünkü onlara lazım. Nefesimiz olacak, çünkü onlara lazım. Genel olarak baktığımda evet ağaç lazım. Ağaca da varolmak lazım. Ama işte insanoğlunun ağaçtan farkı lanet olası şu dilinin olmasındadır. O dil farklı şiirler yazdırıyor, farklı nağmeler söylüyor, farklı hasret duyuyor, farklı acı hissettiriyor. Tam olarak ağaç da olamıyorsun yani. Bir de felsefe yaparsın demezler mi Oliver? Gözüken köye kılavuz istemeyenler, bu kadar sessiz feryadı nasıl çözemiyorlar? Zehirliyorlar, öldürüyorlar, küçültüyorlar, sıkıştırıyorlar ve kafeste seviyorlar… Bize sevgilerini bir türlü ifade etmenin düzgün yolunu bulamadılar, canım Oliver. Bitireceğiz birbirimizi…Sona yaklaştık.

***

05.10.2024 Komşunun kafeste beslediği kuşları şakır şakır ötüyor diye ne kadar da güzel ötüyorlar yorumunda bulunuyoruz. İçindeki ses diyor ki, git geceyle bahçesine o tel örgülerden yapıp kuşları içine tıktığı kafesin kapısını aç, hepsini özgür bırak. Sonra diyor ki, aynı ses, bunlar mini minnak kuşlar. Çıktıkları an başka yırtıcılara yem olurlar, yaşayamazlar, ölürler. “Kafes kuşları”, “akvaryum balıkları” diye bin çeşit minimal çıkarmışlar başımıza, adam akıllı düşünemiyoruz, itirazı kendimize ediyoruz. Okulda uslu uslu oturup dersten kaçan çocuklara içten içe hayran olduğumuz gibi. Şöyle bir düşünüyorum da, okulda bir ders kaçırmadan, ilerde tüm dersleri nasıl kaçırmış olabiliyoruz? Tüm mesele şu lanet olası kafeslerde… Kuş diyorum sana, Oliver, kuş… Yani uçması gereken bir canlı… Ama kargalar başından vurur diye kafeste ötsün bişey olmaz diyorlar…Müzik algımız bile yanlış. Gerçi doğru olan hiç bir şeyimiz yok. Olsaydı, yayılırdı, işimizi bilirdik… Canım sıkılıyor, çoook…

***

28.08.2024 Ne istiyorum, biliyor musun? Anlamlı olduğuna inanarak savunanların coşkusuyla anlamsız olanı savunmak. Bir çok kez yaşadım bunu, Oliver. Gerçekten özünde anlamsız olduğuna emin hissettiğim şeylerin karşımda aksinin savunulmasının şahidi oldum. O kadar anlamsız bulmuşum ki, tartışmadan uzaklaşmışım konudan. Neden böyle yaptığımı ben de anlamıyorum. Kelime desen, yığınla dökerim önlerine, fikir desen hazırı geçtim, gidişata göre de üretirim, ama hiç hevesim olmuyor anlamsız olanın gerçekten anlamsız olduğunu ıspatlamaya. Aramızda kalsın, savunanlardan da soğuyorum. Uzaklaşmam çok fazla zaman almıyor, çok da acı vermiyor. Enteresan değil mi? Bence bilimciler o yüzden taktılar “atom parçalamaya”… Başka türlü o kafaları tüm konuları anlamsız çıkarıp hayattan küstürecektir adamları. Gittiler, parçalarda, hücrelerde daha sorusunu bile kesin bilmedikleri cevaplar aramaya… Neler buldular neler… Tabii duygularına rest çektiler. Onlar buluyor da birşeyler, biz bu kadar boş duygu ve beklentilerle ne halt edeceğiz, Oliver?! Bak bi’ ürkmedim değil şimdi…